<p>İslam coğrafyasındaki siyasi egemenlik zaafiyetlerinin neticesi, belki de çaresizliği olarak düşünce dünyamız da aynı egemenlik/öznellik çizgisini kaybetti.</p><p>Muasırlık adına çıktığımız mukallitlik serüveni, zihin dünyamızda da aynı yansımalarından azade kalamadı.</p><p>Egemen muasırlık arayışımızda doğrudan batıyı taklit ettiğimiz aşikarsa da, zihin dünyamızdaki taklit ettiklerimizin adresleri o kadar berrak değildi.</p><p>Bunun adına ister batının etkisinde yeniden düşünce inşası diyelim, ister doğu tandanslı düşünce ihyası diyelim, mukallit olduğumuz sonucunu değiştiremedi.</p><p>Son dönem Osmanlı aydın ve devlet adamlarımızdan Said Halim Paşa; mukallitliklerimizin bağlantısını daha çok batı ile irtibatlandırıyorsa da, doğu adına sürdürdüğümüz mukallit yaklaşımlarımız da azımsanamayacak kadar fazlaydı.</p><p>Müslüman olmamız, asırlardır egemen oluşumuz -durağan kalmayı bir türlü içselleştiremediğinden olsa gerek- yürümeyi (yanlış ta olsa), durağan kalmaya her zaman tercih ettik.</p><p>Taklit ettiklerimiz: bizi hareketli kılacaksa ve içeriği bizim de değerlerimizden bir kısmını</p><p>barındırıyorsa peşinden gitmeyi veya kısmi rütuşlarla içselleştirmeyi abes görmedik.</p><p>Mukallitliklerimizin bir kısmının da fantezi düzeyinde olduğunu beyan etmeden geçmeyelim.</p><p>Neredeyse tamamı Hanefi bir kısmı Şii olan Afganistan gibi bir beldeden, cihat adına oraya giden abilerimizin nasıl Selefi bir düşünme biçimini ithal ettikleri de ayrı bir analiz konusudur.</p><p>Mevzu buhranlarımız olunca kimi taklit ettiğimizin bir anlamı kalmayabiliyor.</p><p>Konumuza dönersek; Cumhuriyet dönemi İslamcılık tarihine baktığımızda aslında tüm ekiplerin dönemlerine göre aynı maslahatlarla hareket ettiklerini açık bir şekilde görebilmekteyiz.</p><p>Bu dönemleri tasnif ederken iman dönemi, siyasal uyanış dönemi, hareket dönemi, radikalleşme dönemleri, siyasi iktidara yanaşma dönemi gibi başlıklara ayırdığımızda, tüm İslamcı yapıların aynı maslahatlar ile hareket ettikleri görülebilir.</p><p>Mukallitliklerimizi günümüze indirgediğimiz zaman karşımıza yine farklı bir netice maalesef çıkmamaktadır.</p><p>28 Şubat süreci ile beraber radikallik süreçlerini tamamlayan tasavvufi dergahlar da dahil tüm yapılar, bundan sonrası için ne yapacaklarına dair düştükleri bunalımdan -Fethullah Gülen sayesinde- siyasi otorite ile her halükarda bütünleşme ve gücün oluşturduğu ranttan faydalanma sürecine girdiler.</p><p>Bu süreç ciddi pragmatist neticeler ürettiği için doğrudan milleti yok etmeye teşebbüs edene kadar hiç bir eleştiri de almadı.</p><p>Fethullah Gülen'in şahsına duyulan güvensizlikten kaynaklı yapılan eleştiriler de manifestoya dair değil, şahsa dairdi. Onu en azılı şekilde (Amerikancı, İsrail’in adamı diye) eleştirenler bile onun yöntemlerini kullanmayı marifet saydılar.</p><p>Bu durum bir fazlasıyla, Fetöcülerin yerini kim dolduracak yaklaşımıyla, hala devam etmektedir.</p><p>Fetö ve ekibiyle fiili olarak yapılan mücadele, aynı zamanda oluşturduğu anlayışla da yapılmalıdır.</p><p>Bu mücadele elbette kolluk kuvvetleri ile yapılacak bir çalışma değildir.</p><p>Unutmamız gereken; kurumsal İslamcılık yaklaşımlarının tamamının maslahatları Fetöcü düşünceden farklı değildir. 28 Şubattan sonra taklit edilmeye başlanılan ve hala etkisi devam eden kurumsal İslamcılık yaklaşımları; Fetönün, tasavvuffi dergahların, bağımsız(mı) İslamcılık hareketlerinin ortak paydalarıdır.</p><p>Bu yapıların tamamının bir gün Amerika ile birleşip darbe yapacaklar tezi absürt ise de, üretecekleri değerlerin farklı olacağı tezi de bir o kadar absürttür.</p><p>Elbette İslamcı/dindar yapılar bu süreci zamanla doğru okuyacaklar ve kendi ürünlerinin de farklı olmadığını anlayacaklardır. Bunu anlamamalarından daha büyük tehlike, anlayanların yeni dönemde kimi taklit edecekleridir.</p>