Dünya kurulalı beri, insanoğlunun karnını doyurmaktan bir sonraki vazgeçilmez ihtiyacı elbette barınmadır. Bu derdine derman olmak için, bir bina inşa etmeyi Rabbinden vahiyle öğrenen Adem(a)’dan bu yana, yanlarımızda dört duvar ve üstümüzde bir çatı ile yaşama ihtiyacımızı gidermek için epey çeşitli metotlar geliştirdik.

Bina inşa etmeyi yeterince güvenli görmeyenlerin mağaralarda, kendinden çok emin olanların çadırlarda yaşadıkları zamanlar ise, bir vakıa olarak tarihe geçti.

Bütün devirlerin ve medeniyetlerin kendilerine özgü bir mimari geliştirdiğini, toplumların refah ve gelişmişlik durumlarıyla, inşa ettikleri ev veya kurum binalarının kalite ve estetiği arasında bir bağ olduğu artık tartışılmaz bir gerçeklik olarak biliniyor.

Gaziantep’te bilmem kaç bin yıl öncesinden kalan mozaiklerle süslü, sayısız villa kalıntısından, hayatın zenginler için her zaman oldukça lüks olduğunu görebiliyoruz. Tabii ki, bütün toplumun villalarda ve mozaiklerle süslü havuzlarda sefa sürmediğini tahmin edebilmemiz gerekiyor.

İnsanların ihtiyaçlarını ellerindeki imkanlarla, en iyi derecede gidermekten başka bir yolları yoktur, çoğu zaman.

Bugün şehrimizin gecekondu mahallelerinde yaşayan ve neredeyse nüfusun yarısına denk gelen kesimi arasında, daha iyi evlerde yaşamak, araçlarını sokak aralarında değil bu iş için ayrılmış ve düzenlenmiş yerlere park etmek, çocuklarının her an bir köşeden çıkacak araçlar arasında değil kaza endişesi taşımadan oyun alanlarında, parklara oynayabileceği gerçek bir şehir ortamında yaşamak gibi hayalleri ve hatta planları vardır.

Bu şartları değiştirmek için bulduğumuz çözümün, evleri üst üste dizerek hatta bırakın evleri, koca bir mahalleyi üst üste yığarak oluşturduğumuz, çok ama çok katlı apartmanlar ve doğal olarak siteler yapmak; bir yandan gücümüzün yettiği en iyi şartlara ulaşmayı sağlarken, diğer yandan sahip olduğumuz mahalle kültürünü, sokak hayatını, çocukların ve gençlerin aidiyet hissini, insanların komşuluk ilişkilerini, kısaca sosyal hayatımızı açıkça tehdit etmekle kalmıyor, yok ediyor.

Ülke genelinde bir sorun olarak görülen ve hemen her zeminde onaylanan, ancak ne hikmetse bir türlü vazgeçilemeyen çok katlı hem de oldukça çok katlı apartman dikme sevdamız almış başını gidiyor. Alternatif olarak düşünülen ve bir tür “uydu kent” olarak planlanan ancak ya henüz yeterince kabul görmediğinden ya da şehir merkezine çok uzak olduğundan belki de çok az talep görecek bazı projelerin çözüm olmayacağını, en azından kısa vadede bir çare olmadığını görmek için halka kulak verilmesi yeterli olacaktır.

Yeni imara açılan şehre yakın ya da bitişik tüm alanların, çok katlı apartman yani çok getirisi olan yatırım aracına dönüştürülmesi, toprak sahiplerini memnun edebilir. Onların yanında, ucuz olsun da isterse onuncu katta olsun, isterse iki oda olsun ama benim olsun diye düşünen, sınırlı geliri olan insanları da bir yere kadar memnun edebilir.

Fakat şehrin estetiğini, insanların insan gibi yaşama ihtiyacını, Gaziantep’in şehre has sosyal yaşam kültürünün devamını isteyen ve düşünen, hatta planladığını söyleyen belediyelerimizin, hala ve ısrarla, her bir karışa bir apartman diktirme çabasını anlamak mümkün değil!

Gerek ekonomik gücün çekimiyle aldığı göçler, gerekse son yıllarda yaşanan mülteci akını nedeniyle, nüfusu bir yılda 5 yıllık artışı yakalayan ve buna rağmen bunca insana yeten bu şehrin, gerçek bir kent estetiğine ihtiyacı olduğu ortada. Bunu sağlamanın ilk yollarından birinin de, yatay mimari olarak isimlendirilen ve devletin zirvesinde de kabul görüp tavsiye edilen; az katlı ve çok daha sosyal konutlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Eminim belediye yetkilileri de biliyorlardır, belki de bizden daha iyi.

Bu işin çaresi, aslında bulunmuş olan çarenin şehre getirilmesidir. Şehrimizin belediyelerinin, birer prestij projesi olarak inşa ettikleri, Gaziantep tarihinden ve kültüründen esinlenen, az katlı ve gerçek bir mahalle ortamı sağlayan bazı örnek çalışmaları var. Yapılması gereken, bu örneklerin yeni imara açılan yerler için standart haline getirilmesinden ibaret.

Kentsel dönüşümlerin de, belediyeler için bir kazanç kapısı değil, şehir için bir kurtuluş ve refah projesi olmasının yolu, az katlı ve nispeten yatay mimari modeline uygun binalar inşa etmekten geçiyor.

Gaziantep’in deprem kuşaklarına yakınlığı düşünüldüğünde, sadece bugünün değil, gelecek nesillerin de refah ve mutluluğunun devam etmesi için artık gökyüzüne değil toprağa yakın yaşam ortamları kurmamız gerekiyor.

Bundan en fazla 50 yıl sonra, şu an bu şehrin estetik ve mimarisine yön verenlerin belki de hiçbiri hayatta olmayacak ancak yerimize gelen nesil, ardımızda bıraktığımız şeyin, beton yığınlarından ibaret olduğunu gördüğünde bizi pek hayırla yad etmeyecektir.