İslam dinine göre, birtakım sosyal sorumlulukları da beraberinde getiren bir hak olarak kabul edilen mülkiyet, aslında insana emanet verilmiştir. Zira Allah’a inanlar, her şeyi O’nun yarattığını, dolayısıyla her şeyi O’nun mülkü olarak kabul ederler.

“Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a aittir” Kul, sahip olduğu mülkü kendi ihtiraslarını tatmin etmek için değil, Allah’ın rızasını elde etmek maksadıyla değerlendirmeli, imtihan vesilesi olan bu dünyada kendisinin ancak bir emanetçi olduğunun bilinciyle hareket etmelidir.

“De ki, şu gökler ve yerdekiler kimindir?” “Allah’ındır de” gibi bir çok ayette mülkün asıl sahibinin Allah olduğu vurgulanırken, yeryüzüne halife olarak gönderilen insanın Allah’ın mülkünde ancak bir emanetçi olarak tasarrufta bulunabileceği kabul edilmiştir. Bu nedenle ellerindeki malları açık veya gizli şekilde muhtaçlara yardım yolunda sarf edenler övülmüş, böyle kimselere Allah katında büyük mükafat olduğu müjdelenmiştir.

Akrabanın ve ihtiyaç sahiplerinin sadaka yoluyla gözetilmesinin yanında zekatın farz kılınmasıyla mülkiyetin belli ellerde birikmesine ve servet olarak bir köşede bekletilmesine bir bakıma dolaylı olarak sınır getirilmiştir. Zekat ve sadaka gibi mali sorumlulukların yerine getirilmemesi, mülkün asıl sahibi olan Allah’a karşı nankörlük olarak kabul edilmiştir. Zira müminler sahip oldukları şeylere karşı olan sevgilerini Allah ve Resulüne olan sevgilerinden öteye geçirmemekle sorumlu tutulmuşlardır.

“Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, hısımınız, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler siz Allah ve Resulünden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise artık Alla’ın emri gelinceye kadar bekleyin, Allah öyle fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 24) Ayeti kerimesiyle müminlerden sahip oldukları şeylere bu bakış açısıyla yaklaşmaları istenir.