Sabahın ilk ışıkları ile tarlasında ya da bahçesinde çalışmaya başlayan ve toprağa en yakın insanlar olarak hayatlarını terleri ile ikame ettiren insanların bedenleri yorulsa da ruhlarında yakaladıkları huzur ve sükûnet çok özeldir.

Şehrin hengamesinden ve kirliliğinden uzak, toprağa ve yeşile yakın, rüzgarla direk muhatap olarak yaşamak, pek çoğumuz için artık hayallerde kalacak kadar uzak maalesef.

Şehirde aldığımız her nefesle içimize çektiğimiz egzoz gazları, yere sürtünen her tekerlekten yükselen tozlar içimizi kirletirken; bağırtılar, motor sesleri ve hele de kornalar, kulaklarımızı ve beynimizi, dahası aslında benliğimizi yoruyor.

Bu noktadan geri dönüş de yok!

Yani, yarından sonra bu şartlar kısa zamanda değişmeyecek ve olumlu manada iyileşmeyecektir. Sanayileşmenin, büyük nüfusun ve sürekli dönen ekonomik çarkın dişlileri arasında çiğnenerek yaşamaya devam etmek zorundayız.

Öyle ki; dünyanın en gelişmiş ülkeleri aynı zamanda en büyük çevre katliamlarına imza atarlar, en kirli hava oralardadır. Paranın çokluğu şartları iyileştiren değil daha da bozan bir sorundur aslında. Ticaretin gelişmesi iyi bir şey gibi görünse de, gelişen ve büyüyen her şey gibi o da bizden bir şeyler almaktadır.

Huzur ve emniyeti, sükûnet ve selameti paranın cazip yüzüne değiştirmemizin üzerinden çok zaman geçti. Hatta artık normali bu zannediyoruz. Para kazanılsın, ekonominin çarkları dönsün yeter, arasında ezilenler olsa da dert değil.

Şehir hayatı, hele de Gaziantep gibi dinamik bir şehrin hayatı, insanı çok yoran, çok yıpratan ve dişleri arasına aldığını kolay kolay bırakmayan bir canavarla yaşamak gibidir. Gerçi hangi gelişmiş şehir böyle değil ki?

Gelişmemiş diye vasıflandırdığımız küçük şehirler ve kasabalar, aslında insan fıtratına göre bir hayat sürmek için daha uygun yerler olsa da; geldiğimiz noktada artık ihtiyaçları bitmeyen ve sürekli değişen şartlara ayak uyduran insanlık için büyük şehirlerde yaşamak, sıradan bir hayat standardına dönüşmüş bulunuyor.

Bütün şikayet ve dertlerimize rağmen, bırakıp gidemeyişimiz bundan, alıştık artık. Sigara içmese de dumanına tiryaki olanlar gibi, şehrin pasına pusuna, dumanına isine alıştık.

Alıştığımız bunca şeye rağmen, yorulmaya devam ediyoruz. Ruhumuzun derinlerine dalan hırs ve kök salan haset gibi duygularla ayakta kalmaya ve karşımıza çıkan duvarları yumruklamaya devam ediyoruz.

Şehir bizi yoruyor arkadaşlar!

Şehir insanı yoruyor. Gücümüzü alıp bizi kenara yorgun ve bitkin olarak atıyor. Evine dönenlerimizin başka bir hayat organize edebilmek için hali kalmazken, sistem bizden hep istemeye ve istediklerini almaya devam ediyor.

Biraz durmaya ve uzaklaşmaya imkanı olmak artık büyük bir lütfa dönüştü. Dağlara çıkabilmek ve temiz hava solumak lükse, görüş mesafesini betonların tayin etmediği bir bakışa sahip olabilmek özel bir imkana bağlandı.

Köyler küçüldü, toprakla yakın insanlar azaldı. Sabırsız ve sinirli insanlarla dolu bir şehir hayatına mahkûm olduk.

Geliştik ve zenginleştik biraz ama bizi çok yordu bu, yıprattı insanlığımızı…

Şimdi en ufak bir darlıkta veya sıkıntıda isyanları oynuyoruz. Gördüklerimizden geri kalmak bize zulüm geliyor. Kendimizi hep daha iyilerine layık görürken elimizdekiler kaybetme riski cinnet sebebimiz olabiliyor.

Halimizi görmek ve kabullenip bir çıkış aramak, çağın en büyük erdemlerinden biridir artık.

Kendini bilen ve Rabbini bilmek isteyen için yol hep açıktır!