Aslında şehir ya da köy, nerede yaşandığından bağımsız olarak, insan topluluklarının hayatlarına yön veren ve çoğu zaman yazılı olmayan ancak yazılı kural ve kanunlardan da etkili bir araçtır; sosyal kontrol ve mahalle baskısı.

Çağımızın benlik ve egoistlik akımlarına kapılan yeni nesiller için, öcü gibi gelse de; huzurlu bir toplumun ve dengeli bir sosyal hayatın temelinde, insanların birbirine yani içinde bulundukları çevrenin -genel olarak kabul ettiği- yaşam tarzına ve kurallara uyum ve saygısı bulunur.

Şehir hayatı; farklılık ve çeşitliliğin kaçınılmaz olarak arttığı, meşhur deyimle, “72,5 milletin” bir arada yaşadığı, herkesin kendine özgü bakış açısını ve hayat tarzını birlikte getirdiği bir toplanma yeri gibidir. Bu çokluktan dengeli, düzgün ve parlak bir mozaik çıkarmayı başaran şehirler ve devletler başarılı olurlar. Bunun da şahidi, genelde insanlık tarihi, özelde ise bizim tarihimizdir.

Devletler ve imparatorluklar görmüş halkların medeniyet ve şehir anlayışları, atalarından gördükleri gibi büyük ve geniş olmalıdır. Adım attığı toprakların her bir parçasında başka bir insan toplumunun kalıntıları üstünde dolaşmanın bir ayrıcalığı varsa, o sadece turist çekmek değil, aynı zamanda ileriye, geleceğe, elindekilere benzer kalıcı ve hatta daha kaliteli ve gelişmiş izler bırakmak gayreti olmalıdır.

Bütün medeniyetlerin temelinde yetişmiş insanlar vardır ve insan yetiştirmek dünyanın en zor işidir. Orduların gücü ile elde edilemeyen bir zenginliktir, kalifiye insan sahibi olmak. Para ile alınmaz, belki paranın gücüyle ancak ithal edilir. Bugün paranın bizde olmadığını düşününce ve bırakın başkalarından insan ithalini elimizdekileri başkalarına kaptırma noktasında olduğumuzu düşününce, insan yetiştirmenin değeri daha çok öne çıkıyor.

Çocuklarımıza temel insani değerleri ve kendi medeniyet köklerini göstermek, öğretmek ve içlerine sindirmelerini sağlamak için; elimizden gelen bütün gayreti, hem fert hem toplum olarak, hem yönetenler hem de yönetilenler olarak göstermek durumundayız.

Çekirdek ailelerimizin hassasiyetlerinin toplumda karşılığı olmadığında, çocuklarımızın yaşadığı zorluk ve şaşkınlığın, ayak kaymalarına sebep olduğunu hepimiz görüyoruz. Çocuklarımızı sadece aile içinde yetiştirme ihtimalimiz olmadığından, toplumun en azından ortak medeni adımlar ve ahlaki kurallar çevresinde bir birliktelik, ortak ses, genel bir duruş göstermesi gerekiyor.

Bizim insanımızın gönlünde ayıp ve haram kavramlarının, diğer tüm yasaklama metotlarından daha etkili olduğunu biliyoruz. Bunun bir tür sosyal kontrol ve mahalle baskısı olduğunu kabul etmekle birlikte, faydalı olduğuna kaniyim.

Hem mahalle baskısının kötü bir şey olduğunu, sosyal kontrolün zararlı bir mekanizma olduğunu düşünmemizi gerektirecek kadar, ferah ve lüks zamanlarda olmadığımız ortadadır. Batının ferdiyetçi ve egoist yaklaşımının, onların toplumlarını getirdiği noktaya bakınca, aynı yere gitmek gibi bir hataya düşmemek için uğraşmamız gerektiğini daha iyi idrak edebiliyoruz.

Kimseyi takmayan nesillerin, gelecekte onları köle edinecek sistemlerin, tarlamıza ektiği zehirli tohumların meyveleri olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Kendinden başkasını düşünmeyen birinin, şehrine ve toplumuna ya da ülkesine verebileceği ne olabilir ki? Kendi karnının doymasını, sırtının ısınmasını kafi gören bir anlayışla medeniyet kurulamayacağını, günümüzün zengin ama medeni olmayan devlet ve toplumlarında örnekleriyle görüyoruz.

Kötü örnek, örnek alınamaz ancak o kötü noktaya nasıl geldiği anlaşılarak, o yol takip edilmez, o izlere basılmaz, o çizgiden ayrılmaya çalışılır.

Bizim nesil, bundan 40 sene öncesinin Gaziantep’inde, sokaklarında özgür dolaşamazdı. Kendi aile ya da akrabalarından birine rastlamasına gerek yoktu, denetlenmesi için. Herhangi bir esnaf, herhangi bir komşu da yanlışında uyarır, yol gösterir ve çocuklar da onları dinlerdi. Asla büyüklere hakaret edilemez, şehrin genel havasına aykırı haller ulu orta sergilenemezdi.

O naif günlerin geri gelme ihtimali yok. Ayrıca gelecekte, biz değil bugünün nesli olacak. Bütün mesele, bizim geçmişimizle geleceğimiz arasında köprü olma görevimizi doğru yapmamızla ilgilidir. Neslimiz bizim sırtımızda taşıdığımız geçmişin sağlam tahtalarına basarak bugünün tehlikeli sularını geçebilmeliler. Sonrası onların bileceği iş.

Bizden öncekiler bizim nelerle karşılaşacağımızı bilemiyorlardı. Bize, iyi ve dürüst olmayı, merhamet ve hamiyet sahibi kalmayı tavsiye ettiler. Uyanlarımız kadar uymayanlarımız da oldu. Bizden sonrakiler de böyle olacak. Gelecek nesillerin gerçekten bizden olarak kalmaları, onların tercihi olacak.

Yeni dönemlerin, yeni tür mahalle baskı metotlarına ve sosyal kontrol mekanizmalarına ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Bu noktada geliştirilecek bir şehre aidiyet projesine ihtiyaç duyuyoruz. Antepli olmanın bir karşılığı olmalı ve bu şehrin insanlarının asgari olarak üzerinde birleştikleri bir şehir kültüründen kaynaklanan, yazılı olmayan bir sosyal kontrol sistemi olmalı.

Sokaklarda dolaşan insanlardan, uzun yıllardır aynı yerlerde esnaflık yapanlara kadar herkesin içine sinen bir iyilik ve güzellik anlayışı geliştirmemiz gerekiyor. Bu şehre dışarıdan gelen insanların, burada bir medeniyet görmeleri, buna imrenmeleri gerekiyor. Damaklarında bıraktığımız yemek lezzetlerinden daha unutulmaz bir insanlık lezzeti bırakmayı başarmak durumundayız.

Bu şehir, yiyecek bir şeyin bulunamadığı kıtlık zamanlarını da gördü ve geçirdi, altından kalktı. Ancak insan kıtlığının telafisi çok zor olur ve belki de mümkün olmaz. İnsan kaybı; nüfusun azalması değil, kaliteli insanların sosyal hayattan çekilmesi, azalması ve yok olmasıdır.