Beş tane yavrucağıyla hiç hesap etmediği bir anda kalakalmıştı öyle ortada. Eşi beklenmedik bir şekilde hastalanıp vefat etmişti. Beş çocukla beraber ne yapacaktı? Hele bir tanesi daha yeni doğmuştu. Yani yetim kalmışlardı. Yetimlik bu olsa gerekti. Kime baba diyecekti bu çocuklar? Kim ellerinde yiyecek poşetiyle kapıdan içeri girecekti? Bunun yazı var, kışı vardı. Elbisesi var, ayakkabısı vardı. Okulu var; defteri, çantası, kalemi, evin kirası vardı. Yüzüne bakıldığında acının derin iz bırakan ıstırabı anlaşılıyordu. Yaşadıklarını konuşmasına, anlatmasına gerek yoktu. İnsan olan her şeyi anlardı. Yüzünde masumiyet… Dayanağı devrilmiş, tutunacak  dalı kalmamış,  kanadı kırılmıştı. Donuk donuk bakan o iri gözler ve her biri yanına sokulmuş çocukların gözlerinde meçhul bakışlar.Çocuklara baktıkça dolup dolup boşalan gözler.

Bilmiyordu karlar erir,rüzgar durulur da bahar gelir miydi? Hüznün yerinde baharın çiçekleri, sümbülleri, papatyası,binbir kokulu menekşeleri açar mıydı?  Yüreğini şöyle ferahlatacak  bir serinlik olur muydu? Mutluluğun giderek uzaklaşan hatıralarını zihninde bir film şeridi gibi defalarca izleyip duruyordu.Yağışların yoğunluğundan tavanları nem kapmış odalarda çocuklar üşümesin diye hepsi birbirine sokularak yatarlardı da kendisi bir kenara büzüşüp sabaha kadar sobadaki belediyenin vermiş olduğu zorla yanan kömürün çocukları zehirlemesinden korkarak sabaha kadar beklerdi.

Gözü çocukların üzerindeydi bunlar büyür de yüküm hafifler mi diye düşünürdü. Halbuki yük insan büyüdükçe büyürdü. Kalp, insan çoğaldıkça daralırdı. Eşi varken her doğan çocukla sevinmişlerdi, her çocuk eve hem neşe hem de rızık getirirdi onlara göre. Tanıştıkları iyilik elçisi öğretmen ve eşi kendilerine yardımcı olmak için kapılarını çaldıklarında önce şaşırmıştı anne. Hiç tanımadıkları bu insanlar kendilerine yardımcı olacaktı maddi ve manevi olarak.

Akraba akrabaya yardım etmezken olacak iş miydi bu? Birde bu koca şehirde nereden bulmuşlardı kendilerini. Onlar akrabalarını beklerken hiç tanımadıkları iki insan…“Sizleri bana yaklaştıran nedir,ruhlarımızı birbirine ısıtan neydi” dedi.“Benim ağırlaşmış hikayeme ortak olacak mısınız?Sizlerle ortak kelimelerimiz olduğunu, birbirimizin kalbinden geçenleri okuyoruz gibi her anlatışta yüzümüzün şeklinin nasıl değiştiğini, yılların gerisine giderek hikayelerimizin ortak olduğunu görüyorum” dedi.Peki kendi ruhlarınıza yaşanmışlık hissi yada yorgunluk hissi verdiğinde bir daha geriye döner misiniz?Sonra devam etti anlatmaya. Sanki önceden tanışıyorlardı da  her şeyi ama herşeyi içtenlikle anlatıyor. Bugüne kadar kendi içine döktüğü her şeyi dışardan birine döküyordu.

Farkında değildi anlattığı her cümlenin  karşıdakinin kalbinde nasıl yaralar açtığının.Bir su gibi anlattı ve oh diye bir iç çekip “rahatladım ama başınızı ağrıtmadım değil mi” dedi.“Ne yapayım bir bilseniz üzerimdeki yük beni yakan bir ateş ,beni ıslatan bir yağmur, her şeyimi; umutlarımı önüne katıp sürükleyen bir fırtına gibi” dedi.“Sıkıntı yok” dedi öğretmen. Aramızdaki sessizlik bundan sonra sır tutmayacak.

Dert varsa dinlenecek, yük varsa paylaşılacak, umut varsa sevinilecek, gözyaşı varsa silinecek. Yalnızlığa karşı yarenlik edeceğiz bencilliğe karşı diğergamlık. Sonra “peki hocam bu çocuklar büyür mü?dedi. “Ben onların büyüdüğünü görür müyüm, onların yükü üzerimden kalkar mı, rahata erer miyim” dedi.

“Bazen o kadar ağırlaşıyor ki yük nefesim kesiliyor, kalbim daralıyor” dedi. Öğretmen ve eşi büyürler, büyürler zaman onları o kadar çabuk büyütür de küçüklük hatıraları ile avunur durursun. Her biri bir uca savrulur da yollarını bekler durursun. Her uçan kuştan haberlerini, her kelebekten selamlarını,  esen rüzgarlardan kokularını beklersin. Sen gönlünü ferah tut, bizi sana yardım için gönderen Allah bize de senden yardım almayı nasip etti.Vesselam dediler ve ayrıldılar