Toplumların huzur içinde yaşamaları için, tek tip insandan oluşmaları ya da bir nevi robot üretim tesisine dönüşmeleri gerekmiyor. Bütün farklılık ve çeşitliliğiyle ve ancak ilahi bir denge üzerine kurulu düzenle, pek ala bir ideal sosyal hayat kurgulamak ve yaşamak mümkün.

Bu fikri dile getiren ve benimseyen bir çok şahıs ve kurum olduğu için teferruata ihtiyaç duymadan bir detaya işaret etmek istiyorum.

Gerek şer’i düzende gerekse seküler düzenlerde yaşayan herkesin kendi olarak kalması bu işin temel dinamiğini oluşturuyor. Hatta bu temel, neredeyse hayatın tamamı için geçerli..

Toplumu oluşturan fertlerin kişilik ve kimliklerini, inanç ve kültürlerini korumaları, hatta görünüşlerini bile muhafaza etmeleri oldukça değerli bir yapı taşı olabiliyor.

Ebu’s Suud Efendi fetvaları arasında rastladığım ve gayri müslimlerin Müslüman kıyafeti giymesini yasaklayan bir soruya verdiği cevapta; “eğer İslam kıyafeti giyerlerse kendi kültürlerini kaybederler” ayrıntısını okuduğumda, bu hassasiyetin bir asimile toplumu değil, bir uyum ve huzur toplumu kurgusunun, en güçlü olunan zamanda daha dikkatle korunduğunu görmüştüm.

Yine en zayıf zamanlarında bile alimlerimizin sarıklarını çıkarmamak için başlarını vermekten çekinmediklerini ve bunun salt bir kılık kıyafet olayı olmadığını, insanların kendi olarak kalmakla, şahsiyet ve kimliklerinden vazgeçmek arasında kaldıklarında gösterdikleri tavrın, onların kalite ve sorumluluk duygularıyla ilgili olduğunu fark etmiştim.

Şimdi ise, ne güçlü ne de zayıf zamanlardan birindeyiz. Ortalığın bulanık olduğu bir düzlemde, sağlam yerlere ayak basarak yola devam etmeye çalışıyoruz. Denize düşmedik, düşsek de yılana sarılamayız!

Ne birilerine varlık borcumuz, ne de birilerine ödenecek bir diyetimiz var. Müslümanlar oldukları konuma, dişleri sökülerek, tırnakları çekilerek geldiler. Dişleri ya da tırnakları ile kazıyarak değil!

Müslümanların sekülerlere herhangi bir borcu yok. Var zannedenlerin ezikliği o. Kendilerini köle gibi hissedip, efendilerine yaşama izni için minnet duyuyorlar herhalde. Hesaba kitaba dökersek, onlar bize borçlu çıkar. 

En basit hesapla; bu ülke “Allah” nidaları ile yürüyen orduların ve şehit olmak umuduyla savaşa giren yiğitlerin omuzlarında kurulmuştu ve bugün de hala öyle devam ediyor. Mermilerin üstüne yürürken “kosmos” ya da “tabiat ana” diye bağıranı hiç duymadık!

İşte bu yüzden, birilerine yaranmaya çalışmanın bir anlamı ve değeri yok

“… İzzet, Allahın ve Resulünün ve mü'minlerindir ve lakin münafıklar bilmezler.” (Munafikun 8)