Yanımda ki koltuğa ilişen yaşlı amcayı göz ucuyla süzdüm. Yöresel,  alelacele bağlanmış poşusu başını tamamen kapatmış, sadece yüzü açıkta kalmıştı. Gözlüğünün çerçevesi kalın ve demode idi. Belli ki, çok eskiydi…

Dalgın şekilde bakıyordu. Kafasında türlü düşüncelerin dolaştığından emindim. Bu yaşta ki birisinin birçok tasası olması muhtemeldir. Usulca sordum,

-Hacı abi! Nasılsın? Yüzüme mütebessim baktı ve

-Elhamdulillah, iyiyim!

-Bir derdin var gibi! Dedim. Yine gülümsedi,

-Dertsiz baş mı olur? Ve devam etti

-30 Sene evvel Urfa’dan buraya göç ettiğimizde, burası küçük bir şehir idi. Herkes birbirini tanır, sever, sayar idi. Dünya küçüktü 30 yıl önce. Bu kadar temaşa yoktu. Geçim kolaydı, böyle mesarifler yoktu. Bir çuval Bulgurla, bir çuval simiti alıp eve koydunmu kazan kaynardı. Zaman oldu, devran döndü. Artık ne bu devran beni tanır, ne de ben bu devranı bilir oldum. Yabancılaştık herşeye.  Çocuklarımla bile konuşamaz olduk. Akşam gelir, sabah çıkıp giderler.

Bizim devrimizde herkes sofraya oturmadan yemeğe başlanmazdı. Şimdi öyle mi? Devir değişti! İnsanların huyları değişti! İnsanlık sürekli geriye gidiyor!

Beni de etkilemişti yaşlı adamın anlattıkları. O anlattıkça, ben de geriye dönüşler yaşıyordum. Rahmetli babamla ilgili hatıralarım depreşiyordu. Geriye gittikçe, daha önce hatırlamadığım resimler, filim şeridi gibi geçiveriyordu gözlerimin önünden…

 Son cümlesi ibretamiz oldu yaşlı adamın.

-Derdimiz çok hamdolsun ama Allah büyüktür. Şükür ki, memleketimiz sahiplidir. Biz çok rahat etmişiz, memleketimiz olmaz ise neye yarar. Varsın bizim derdimiz olsun! Olsun ama memleketimiz dertsiz olsun. Allah Devlete, millete zeval vermesin…

Yol muhabbetlerini severim. En kısa yolculuklarda dahi muhabbet edecek bir yol arkadaşı bulurum genellikle. Bazen, umulmadık tiplerden, inci gibi sözler dinlediğimi çok bilirim. Çok kıymetli bir insan topluluğuna sahibiz. Aydın ve net düşünen insan sayımız o kadar fazla ki, hayat hakkında mastır yapmış, akademisyenlere taş çıkartacak kadar ince düşünebilenlerinden nasihat dinlemişliğim çok olmuştur.

Mesela bir fabrika işçisinden memleket meselelerini sual ettiğinizde, mahcup bir edayla “Bilmem ki” deyip hafifçe boynunu eğeceğini düşünebilirsiniz!

Oysa hiç te öyle değil! Televizyonlarda bağırıp çağıran yorumculardan çok daha net, kesin ve riyasız cevaplar alabilirsiniz. Siyaset, ekonomi ve politikaya ilişkin harika tespitler duymak mümkündür.

Hayatın içinden, en içinden, hatta her yanından süregelen yaşanmışlıklarla bezenmiş insanların anlatacakları tamamıyla gerçeklerle hemhal olmuş özüt bilgilerdir. Varsayımlardan arı, öngörülerden beri ve önyargısız hakikatlerden  duymak isterseniz halkın çeşitli katmanlarından insanlarla sohbet etmelisiniz.

Ekonomiyi anlayabilmek için Uluslararası para kuruluşlarının artı-Eksi notlarına değil, bir hamalın anlattıklarına ilgi duymalısınız! Belki bir çiftçiye sormalısınız tarımda kalkınmanın nasıl mümkün olacağını!

Vatan sevgisini, vatan için evladını feda etmiş şehit babalarından, annelerinden sorarsanız, en doğru cevabı alırsınız “Vatan sağ olsun!”

Zaman zaman bazı burjuva tipolojilerinin sözleri dolaşır ortalıkta “Benim oyumla çobanın oyu bir mi?”

Bir başkası çıkar “Bu halkın %52 si cahildir. Evde börek açarlar!”

Hayatlarına, havalarına, sefalarına ve de cakalarına bakıp adam sanıverilen bu hıyarların aslında “Yiyip içtiklerinden mütevellit, bağırsak gazından başka bir şey olmadıkları ortaya çıkar!”

Hayatı varlıklı insanların yaşadığı sanılır. Aslında bu bilgi yanlıştır. Onlar sadece “Rahat yaşarlar” Oysa, kısacık ömürlerine, alınterini, emeği, hak etmeyi, acıyı, tatlıyı, ağlamayı, gülmeyi, sevilmeyi ve sevmeyi! Ve daha nice güzellikleri sığdırabilenlere selam olsun.

Ünlü yazar Tolstoy’un tanımlaması ile bitireyim.

“Bir insanın değeri bayağı kesire benzer: Pay gerçek değerini gösterir, payda kendisini ne zannettiğini. Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır.