İnsan, kendini beğenmeye ve elindekilerin gerçekten sahibi olduğuna inanmaya pek bir meyillidir. Ölenlerin yanlarında gözle görülür bir şey götüremediklerini her cenazede hatırlasak da, hiç bırakmayacak ve hiç elimizden alınmayacak gibi dünyaya sarılmamız biraz da bundandır.

Oysa; kendi nefesimize bile tam olarak sahip olamadığımız gibi, dünyanın her yanına serpilmiş nimetlerin ve güzelliklerin de sahibi değiliz. Emanetçi ve nasip olduğu kadarını kullanıcı olmaktan öte geçmek gibi bir şansımız yoktur. Dünya var olalı beri, hiçbir insanın da böyle bir seçeneği olmamıştır.

Ne peygamber kral Süleyman(a)’ın, ne zalim Cengiz’in ne de adil Kanuni’nin giderken yanlarında amellerinden başka bir sermayeleri olmadığı gibi, hükmettikleri dünyadan avuçlarında tuttukları bir tutam kuru ot bile onlarla gitmemiştir.

Havası, suyu ve toprağı ile, bitkisi, hayvanı ve hatta bakterileri ile bu dünya Allah(cc)’in mülküdür ve O’nun hükümranlığında, ondan başkasının müdahale etmesine izin vermediği, hiçbir alanda, hiçbir güç sahibi, bir yaprağı bile dalından koparamaz.

Kimse rüzgarlara hükmedemez, bulutlara yön veremez!

Kimse yağmurları engelleyemez ya da dilediği yere dilediği kadar yağdıramaz!

Baksanıza, susuzluktan ve kuraklıktan dert yanan ve çare arayan herkesin tek düşünebildiği, daha dikkatli su kullanımından başka bir şey değildir. Kimsenin bir damlacık suyu, yoktan var edecek takati yoktur!

Hiç ama hiç kimse, yerden biten berekete hükmedemiyor.

Son yıllarda beldelerimize düşen yağış miktarında görülen aşırı düşüş karşısında hepimizin, umutla ve dualarla başımızı göğe kaldırmaktan başka bir marifetimiz olmadı. Neyse ki, Alemlerin Rabbi olan Allah(cc), günahsız bebelerin, beli bükülmüş salih ihtiyarların, dertlerini anlatamayan hayvanatın ve sair mahlukatın bereketiyle yağmurunu indiriyor. Hem de felaket değil rahmet olarak!

O dilerse umutla beklenen yağmuru felakete dönüştürür de, kimse bunun önüne geçemez!

Bu bir meydan okumadır ve insanlığa güçsüzlüğünü hatırlatmadır. Kibirlerin kırılması ve boyunların O’nun hükmü karşısında tevazu ile bükülmesi için, Allah(cc)’in altımızdaki toprağı başımıza geçirmesine, sağlam durduğunu sandığımız dağları yerinden oynatmasına, akan suları durdurmasına, yağan karları azaltmasına gerek olmamalı!

Aklı başında, izanı yerinde her kul için, haşyet ve nedametle bakışlarını kendine çevirme, acziyet ve zaaflarını görme, toparlanmak ve toprağa girmeden önce, iyilerin arasına girmenin ve iyilerden olarak kayıtlara geçmenin zamanı yoktur, mekanı da…

Çevreci bakışların, doğal düşüncelerin ise çağımızda hemen pek çok konu gibi sloganlar arasında kaybolan anlamlarını, ancak kulluk ve ibadetin, hesap ve ahiretin şuuruyla yeniden bulabiliriz.

Ağaçların ve böceklerin haklarına riayet etmek gibi bir inceliği barındıran idrak ve medeniyetimizin, suya ve toprağa dair yerleştirdiği müstesna ahlakı hatırlamamız, yerin altındakilere ve üstündekilere hürmetimizin gereğidir.

Evet bizim medeniyetimizde; toprağa, suya, hayvana ve bitkilere yaklaşmanın, muamelenin, kullanmanın ve faydalanmanın da bir ahlakı vardır.

Başıbozukluk ve keyfilik İslam’ın dışındadır.

Acımasızlık ve zulüm İslam’ın karşısındadır.

Cimrilik ve israf insan fıtratının zehirleridir.

Çiçeğe de böceğe de, suya da havaya da nimet gözüyle bakmak İslam’dandır.

Toprağa ve üstünde yetişen her bitkiye rahmet ve bereket gözüyle bakmak imandandır.

Hoca Nasreddin nüktesi gibidir hayat bazen, ne rahmetten kaçılmalıdır ne de rahmet idrak edilmeden tepelenmelidir.