On dört yaşında memleketinden ayrılmış, devletin şefkatli kucağına sığınmış birisi olarak Cenab-ı Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Zira yedi çocuklu ve kıt gelirli bir babanın evladı olarak bazı imkanların yetersizliğinin farkındaydım. Babam, yapabileceğini yapmış, beni orta okulu bitirene kadar okutmuştu. O zaman Nizip’te bir lise vardı, anarşi ortamı idi. Şartlar zordu..

Biz üç arkadaştık. Ömer, Halil ve Ben...

Nizip’te okuma şansımız yoktu. Ömer Maraş’a, Halil Erzurum’a ben de Kayseri’ye gittim. Dediğim gibi henüz 14 yaşındayım. Kayseri Teknik Lisesini parasız yatılı olarak kazanmışım. Altmış kişilik yatakhanelerde kalıyoruz. Okul başlamış, Eylül’ün hüznü üzerime çökmüş, geceleri gizli gizli ağlıyordum. İtiraf etmeliyim ki anamı özlüyordum. Geri dönmek istiyordum. Fakat çevrenin, “Hacı Ahmet’in oğlu okuyamadı, döndü...” demesini de kendime yediremiyordum.

Ancak bu hale bir ay dayanabildim. Babama mektup yazdım (o zaman telefon imkanı pek yoktu). Beni almasını isteyen arz-u hal gibiydi o mektup. Unutmuyorum, bir Cumartesi günü idi. Mektubu postaneye götürmeden önce mescitte iki rekat namaz kıldım. Saat öğleden önce 11 civarıydı. Tam mescitten çıkarken, bir takvim yaprağı kopardım. Hz. Ali’nin bir sözü ilişmişti gözüme; “İlmin evveli zehirden acı, ahiri baldan tatlı...” diye. Bu söz hayatımın dönüm noktasıdır. Öyle ya!.. Biz de ilim yapıyor sayılırdık. Hasılı, bir elimde mektup, diğer elimde takvim yaprağı, postaneye kadar, iç alemimde gel –gitler, fırtınalar yaşayarak postaneye vardım. Pulu aldım. Zarfa yapıştırdım. Sonra... Sonra mektubu yırttım attım. Hz. Ali’nin mübarek sözüne uydum. Okula geldim. Geri dönmeyi bir daha asla düşünmedim. Her türlü özleme ve sıkıntıya rağmen...

Devlet, Sümerbank mağazalarından alışveriş yapmak üzere çek verirdi yatılı öğrencilere yılda bir kere. O çekle anama, bacılarıma, kardeşlerime hediye alırdım.

***

Nizip’ten üç kişi idik üniversiteyi kazanan; Halil, Ömer ve fakir. Yani evden kaçanlar!.. İstanbul... Büyük memleket... Allah razı olsun, babam harçlığımı gönderiyordu. Fakat onun da geliri zayıftı. Gönderdiği de cüz’i idi. Yazları sıvacıda çalışarak para biriktiriyordum (Doğrusu o dönemde iyi kazandım.). ayrıca Milli Kültür Vakfı her fakülteden başarılı öğrencilere burs veriyordu. Bizim fakülteden de beni seçmişlerdi. Öğrencilik hayatım, o anlamda rahat geçti hamdolsun. Fakat bir problem vardı. Ben akademisyen olmak istiyordum ve bunun için de yabancı dil gerekiyordu. Ancak kursa verecek param yoktu. Bir vakıfa gittik iki arkadaşımla. Onlardan burs istemiyorduk, kurs istiyorduk. Yetkili olan Gülsel abla (Allah sağlık versin hala sağ), “Çocuklar ne demek. Siz istiyorsanız biz kurs açarız...” dedi. Fakülte ikinci sınıftan itibaren mezun olana kadar geçleri o kursa devam ettik. Mezun olduğumda akademik sınavı geçecek kadar İngilizcem vardı artık.

Bu arada Halil doktor, Ömer Öğretmen oldu.

Ömer!... Ahh Ömer... Kendi paltosunu, maaşını öğrencilerine verecek kadar çelebi, mert, delikanlı bir insandı. Fakat otuz yaşında Rahmet-i Rahman kavuştu... Hayatımda hiç bir ölüme bu kadar üzülmemiştim...

***

Asistanlığım döneminde vagon fabrikasında genel müdür danışmanlığı yapıyordum. Kendinden motorlu vagon tasarımı üzerine üzerine çalışıyorduk. Başarılı olduk, ürettik. Rahmetli Özal, bindi, çok beğendi. O sırada ben de bir köşede duruyordum. Halimi, hatırımı ne iş yaptığı sordu. Tasarım da emeği geçenlerden biri olduğumu öğrenince yanındakilere “Bu teknik adamlar hep mütevazi olurlar, hatta biraz da çekimser..” dedi ve bana dönerek “Delikanlı sen, işletme fakültesinde de master yap” dedi. Belli ki biraz sosyalleşmemi istiyordu. Gerçekten öyle yaptım, işletmede de sadece master değil doktora da yaptım. Her neyse...

***

Dedim ya!... Allah devlete zeval vermesin. Bizi yurtdışına akademik çalışma yapmak üzere gönderdi.

Dönüşte, Yardımcı doçent oldum, (1993), Doçent (1994), Profesör (1999). Bu süreçte gerek devlete, gerekse özel sektöre birçok projeler ve danışmanlıklar yaptım. Tabii akademik dünyanın gerekli olan akademik yayınları ihmal etmeden... Zira akademisyenlik, dinamizm ister, takip ister, sabır ister, istikrar ister.

2003 yılında Üniversitedeki öğretim üyeliğimin yanı sıra Milli Eğitim Bakanlığı’nda danışmanlık görevine başladım. Bir çok AB projesini yönettik. Aynı zamanda Türkiye Lokomotif ve Motor Fabrikası (TÜLOMSAŞ) yönetim kurulu üyeliğine atandık. İlk lokomotif ihracatı bu dönemde başladı. Daha sonra işler iyice büyüdü Amerika (GE) ile stratejik ortaklığa başladık. Halen devam ediyor.

Bugünkü Cumhurbaşkanımızın başbakanlığı döneminde YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine atandım. Bir sene sonra da bu kurulun başkanı oldum. 2008 yılında YÖK üyeliği ve YÖK Yürütme kurulu üyeliğine seçildim. İki dönem bu görevde bulundum.

Yine Sn. Başbakanımız tarafından 2008 de Kazakistan’da bulunan ve 29 ülke ve milletten öğrencisi bulunan Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet üyeliğine atandım. 2005 yılında dolan sürem, ikinci atamayla yenilendi halen devam etmekte.

120 den fazla bilimsel yayın ve 17 kitap yazdım. Bunlardan en çok ses getiren filim ve belgeseli de çekilen “Devrim Arabaları” nın anlatıldığı kitabımdır.

Halen, ilk günkü heyecanla yazmaya, çizmeye, öğrenmeye devam ediyor, bir çok vakıf ve dernekte faaliyetlerimiz devam etmektedir. Hangi makamda bulunursak bulunalım, kanaatimce en büyük vazife hocalıktır.

***

Genç kardeşlerime söyleyeceğim tek şey, Peygamberimiz Efendimizin bize yön veren şu hadis-i Şerifi’dir; “İnsanların en hayırlısı, insanlara hayrı olandır”. Vesselam...