Seksenli yıllarda ortalığı kasıp kavuran tekfir hastalığının iki binli yıllardan sonra da nasıl türetildiğini endişeyle izliyoruz. Tekfirci gruplar sanki seçim zamanlarını fırsat zamanı olarak kolluyorlar. Bir vesile olsa da şu cahilleri tekfir etsek der gibi. Bu konuda Şehit Abdullah Azzam’ın “ Cihat Dersleri ” kitabının 1. Cildinden bir alıntı yapmak istiyorum. Merhum Abdullah Azzam’ın kendisi siyasi çalışmaya gayet radikal yaklaşmasına rağmen, önyargılı gençlerin hadlerini aşıp tekfir konusunda ne kadar ileri gittiklerini bu örnekle gayet net olarak açıklamaktadır.

Bu olay, üzerinde yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen aynı yanlışların nasıl da tekerrür ettiğinin açık bir tezahürüdür. İnsan ister istemez şunu düşünüyor. Şu an Türkiye, Mısır, Tunus, Libya, Irak, Afganistan, Yemen ve daha birçok yerde Ümmetin aleyhinde çalışanlar, büyük ihtimal aynı karanlık yerlerden idare ediliyorlar. Tabi iyi niyetli emekçi gençler kullanıldıklarının farkında bile değiller. Ancak bu onları sorumluluktan kurtarır mı...? Ümit edelim ki kurtulmuş olsunlar.

Türkiye’deki paralelcilerin foyası 60 yıl sonra ortaya çıktı. Eski Ergenekon’un foyası bir asır sonra çıktı. Bereket versin ki haçlı Siyonist ittifakı olan yeni ergenekon’un foyası erken çıktı. Bu gençleri hangi karanlık odaklar kullanıyor? Afrikadaki “eş-Şebap” “Boko Haram” Mısır’da selefi nur partisi, Suriye’de ortaya çıkan İŞID, DEAŞ ve türevleri olan örgütler nerden türedi. Böylesi oluşumların ümmet maslahatına çalışmadıkları söylenebilir mi? Ümit ederiz ki bizde selefi geçinen samimi ama saf Müslümanlar da bir an önce ayarlar. Şimdi söz Şehit Abdullah Azzam’da

“Ben bu meseleyi çok araştırdım. Allah’ın indirdiği hükümlerin dışında teşri’ yani -yani kanun koyma- meselesi gerçekten beni çok zor durumda bıraktı. Çünkü ben Mısır’da doktora tezi hazırlarken Enver Sedat’ın döneminde (1970’li yıllar) hapishanelerden Müslümanlar çıktılar. Bunlar bu mesele hususunda farklı görüşler taşıyorlardı. Bunlardan bir kısmı, tüm insanları tekfir (küfürle itham) ediyor, diğer bir kısmı; Müslüman veya kâfir olduklarına dair herhangi bir hüküm vermekten kaçınıyor, üçüncü bir kısım ise; “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” diyen bütün insanların Müslüman olduklarını söylüyorlardı.

Bu konu beni çok uğraştırdı ve meşgul etti. Çünkü bu Müslümanların bazıları camilerde namaz kılmıyordu. (Aynı akım bizde de 80-90 yılları arası çok yoğun yaşandı ve halen de kısmen yaşanıyor) Bu ise büyük kargaşalara neden oldu. Tekfir meselesini gündeme getirenlerden biri rahmetli Mustafa şükrü... Enver Sedat, Mustafa Şükrü’yü Mısır vakıflar bakanı Zehebi isimli bir zatın öldürülmesi ile yargıladı ve idam etti. Mustafa Şükrü şu kaideyi geliştirerek kendi cemaatine girmeyenlerin kâfir olduğu kanaatinde idi “Kâfiri tekfir etmeyen (kâfir olduğunu söylemeyen ) kâfirdir. Kâfirin küfründe şüphe eden kâfirdir.”

Bu şekilde düşünen gençler hapishanede Müslüman kardeşler cemaatinin lideri Üstad Hasan Hudeybi’nin yanına varmışlar ve ona:

-“Sen mısır Cumhurbaşkanı Abdunnasır’ın kâfir olduğunu söylüyor musun?” Hudeybi de:

-“Abdunnasır’ın kâfir olduğunu söylersek ne kazanırız, söylemesek ne kaybederiz?” diye cevap vermiştir. Tabi bu söz Hudeybi’nin aleyhine tam bir delil olarak ileri sürülmüştür. Hâlbuki Hudeybi siyasi bir cevap vermiştir. Fakat gençler Hudeybi’yi anlayamamışlar onu da tekfir etmişler ve ayrılıp yeni bir grup oluşturmuşlardır. Artık Hudeybi’nin arkasında namaz kılmaz olmuşlardı. Bunlar hapishaneden çıktıktan sonra karşılaştıkları kişilere:

-“Abdunnasır ve Sedat hakkındaki görüşün nedir?” diye sorarlar, onların kâfir olduklarına dair cevap aldıktan sonra;

-“Hudeybi hakkında görüşün ne?” derlerdi. Onun Müslüman olduğu cevabı alınca da;

-“Fakat o kâfir olan Abdunnasır’ın kâfir olduğunu söylemiyor. Kâfire kâfir demeyen de kâfirdir.” diyorlardı. Sen onlara “haşa Hudeybi’yi tekfir edemem” deyince de seni de kâfirler listesine ilave ederlerdi.

 Vallahi! Bir gün yanıma devamlı gidip gelen ve beni seven Ürdünlü bir genç geldi. Bu genç Mustafa Şükrü’yü önder edinmiş, onun görüşlerine hayran olmuştu. Vakıa ben o genç kadar imanı hakkında gayretli olan ve dinine bağlı olan birini görmedim. Bu genç eczacılık fakültesinde okuyordu. Kahire’de gelip bazı günler benin yanında orucunu açıyordu. Günlerden bir gün Mustafa Şükrü ile görüştükten sonra beni ziyarete geldi. Benimle konuşmaya başladı. Ben onunla tartışıyordum. Nihayet namaz vakti geldi. Baktım ki o arkamda namaz kılmaya yanaşmıyor. Dedim ki:

-“Buyur sen kıldır.” O bana namaz kıldırdı. Ben namaz için öne geçtiğim zamanlarda ise;

-“Ben namazları cem ettim” diyordu. Ben konuyu açmak üsteleyince dedi ki:

-“Açık mı konuşalım.” dedim ki:

-“Evet, açık konuşalım” dedi ki:

-“Ben senin kâfir olduğunu söylüyorum.” Dedim ki.

-“Peki, arkadaşım neden?” mesele ne ?” dedi ki.

-“Sen Müslüman kardeşlerdensin.” Dedim ki.

-“Evet, ben onlardanım.” Dedi ki:

-“Müslüman kardeşlerden herkes kâfirdir”

-“Niçin? Dedim. Dedi ki;

-“Çünkü onlar kâfir Hudeybi’nin kâfir olduğunu kabul etmiyorlar.”

Düşünüyor musunuz? Bu kadar kolay bir şekilde bunu söylüyor. Dedim ki:

-“Gel buraya arkadaş. Dinle beni; İmam-ı Şafii ile imam Ahmet bin Hanbel, kasıtlı olarak namazı terk edenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmamı Şafii tekfir etmemiş, imam-ı Ahmet ise tekfir etmiştir. Bunlar birbirleriyle tartışmalarına rağmen hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir” fakat bu genç çok hararetli ve cüretkâr olduğundan bana şu cevabı verdi:

-“Şayet ben orda olsam, Şafii ile tartışsaydım Şafii de namazı kılmayanın kâfir olmadığını söyleseydi, ben Şafii’yi tekfir ederdim.” Bende dedim ki:

-“La havle ve la kuvvete illa billah. Artık burada mesele bitti. Mesele bu noktaya kadar ulaşınca artık yapacak bir şey kalmadı.” (Cihat dersleri C.1S.186-189 Şehit Abdullah Azzam Buruc yayınları 1997) Subheneke... Bihamdike... Esteğfiruke...