”Hafıza-ı beşer, nisyan ile malüldür” Unutmanın bir hastalık değil, yaşama tutunabilmek için “Yegane çare” olduğu bir coğrafyada yaşamak başlı başına bir marifet, hatta sanattır desem yeridir.

Unutmasaydık yaşayabilir miydik? Bunca acıları. Karşısında çaresizlik içerisin de yutkunarak kafa salladığımız haksızlıkları! Terk ettiklerimiz ve terk edildiklerimizi unutmasaydık, yeniden arsızca gülebilir miydik?

Cemaziyyel evvele “Geri dönüşler” yaşadığım şu günler de, bazı şeylerin normal olduğunu düşünmeye başladım!

Tam olarak, ilk aklınıza gelen şeyi bahsediyorum. Yapay, suni ve anlamlandırılmaz bir mücadelenin ortasında “Heyyula” ie geçen ömrün içerisine, ancak birkaç dakikalık “Normal” yaşanmışlık sığdırabiliyorum iyi mi?

Normal nedir ki?

-Her şeyin kendi fıtratına uygun seyri ve hayatla barışık yaşamak!

En önemlisi, kişinin ve kişilerin, toplumun kendisiyle barışık yaşamasıdır NORMAL!

-Peki öyle miyiz?

-Tabi ki değiliz!

Sıradan söylemler umut aşılamaya yetmiyor. Seküler günceller arasın da git-gel ile o kadar yoğun ki zihinlerimiz, beylik sözlerin ruhumuza yol araması beyhude. Hissiz ve katı!

Belki de Joe’nin Pip’e söylediği gibi söylemeliyiz “Kabalıktan inceliğe gidebilmek için yanlış yolları kullanmamalısın. Asla yalan söyleme Pip! Dürüst yaşa, rahat ölürsün…” (Büyük Umutlar/Charles Dickens)

Batı klasiklerini severim. Çok ince mesajlar verir hayata. En çokta, o hayatın öznesi olan insana!...

Mesela, Victor Hügo’nun “Jan Valjan” tiplemesi her zamana uyarlanmış bir dürüstlük destanı hükmündedir.

Sahip olduğu her şeyi, dürüstlük uğruna terk edebilmek harika bir duygu olsa gerek. Bunu en çok “Mutassavvuflar” bilirler diye düşünüyorum. Belki biliyorlardır!... Zira Tasavvufun karşılığı: Terk etmek olsa gerek…

Kafam karışık! Zihnim hallaç pamuğu! Ve biri bağırıyor,

-Taze tatlııı! Yeni çıktııı! Yeme de yanın da yat!…