Millet olarak politikayı pek bir severiz. Birkaç kişi bir araya gelince, ana mevzumuz ülke meseleleri ya da dünyanın kurtarılmasıdır. Hemen her birimizin genel kültüründe saatler boyu siyaset konuşacak kadar malzeme bulunur.

Hele bizim nesil gibi geçiş dönemini yaşamış olanların fikir altyapısı, değerlendirme kapasitesi günlerce muhabbete yeter de artar bile. İnternetsiz, televizyonsuz ve hatta radyosuz büyüyen son kuşak olarak, biraz derleme, toplama, kulaktan duyma bilgimiz çoktur bizim.

Ancak, geçen zaman içinde gördük ki, dünyayı kurtaramıyoruz. Amerikan emperyalizmi, Rus yayılmacı komünizmi, Avrupa sömürgeci demokrasisi derken, geldiğimiz noktada dünya olduğu gibi duruyor.

Fakat geriye dönüp baktığımızda, ülkede ve dünyada olanları izlerken, konuşurken, düşünürken, burnumuzun dibinde kendi şehirlerimizde yaşananları gözden kaçırdığımızı anladık. Hatta hemen yanı başımızda, dokunabildiğimiz insanları, ailemizi ve komşularımızı ihmal etmişiz.

Yakınlarından ve yakınlıklarından kopan her canlıyı bekleyen vahşileşme süreci, biz modernleşiyoruz zannederken yaşanmış ve yaşanmaya devam ediyor.

Vahşileşme derken kastettiğim, üzerinde smokin bulunan bir ayı ya da çiçekli elbiseler giymiş bir aslan değil. Davranış ve ilişkilerde yaşadığımız bencillik, acımasızlık ve menfaat eksenli, kazanma temelli yaklaşım, ne kadar da bir vahşi yaşam hikayesine benziyor.

Afrika savanasının ortasında, hayatta kalmak için mücadele eden herhangi bir canlının davranışlarını ve tepkilerini göstererek insan kalmak, kaldığını zannetmek, herhalde yine insana özgü bir aldanış biçimidir.

Sürekli birilerinin başkalarını avlamaya çalıştığı, avcıların savaştığı, av görülenlerin çaresiz oradan oraya kaçışları, çığlıklar ve dökülen kanlar, çekilen acılar. Şu cümle herhangi bir vahşi yaşam alanının hikayesini anlatan bir belgeselde yer alabilir. Ya da yaşadığımız şehirde insanlar nasıl geçiniyorlar, nasıl bir hayat düzeni devam ediyor sorusunun cevabı da olabilir.

Teşbihte hata olabilir, bu kadar değil her şey diyenlerimizin de haklı oldukları açılar vardır. Fakat insanların en temel ihtiyaçları olan, barınma ve beslenme alanlarında yaşananlar hepimizin malumu. Ekmeğin aslanın ağzında olduğu bir dönemden geçiyoruz. Hatta bazılarımız için artık ekmek aslanın midesinde. Elde etmek için ölümü göze almak gerekiyor.

Barınmak için insani standartların asgarisine sahip bir ev edinmekle, savanada başını sokacak bir köşe bulmak neredeyse aynı; ikisi için de savaşmak gerekiyor!

Bu manzarayı zaten hepimiz biliyoruz ve sorumlularına sabah akşam ağzımıza geleni sayıyoruz zaten dediğinizi duyar gibiyim. Gayet de haklısınız. Peki sizce bu ortam sadece dış etkenler, dış güçler, müdahaleler ya da uzaktan telkinlerle mi oluştu?

Kendi katkılarımızı görmemek için başka sebepler üzerinde konuşuyor olabilir miyiz?

Bunu daha kolay anlamak için, şehrimize özgü ekonomik koşulları fark etmek gerekiyor. Komşu iller ya da muadilimiz olan başka yerlerle karşılaştırıldığımızda; olağanüstü bir hayat pahalılığı, her yerden daha yoğun bir trafik çilesi, astronomik kira artışları, patlamaya hazır bomba gibi dolaşan hemşerilerimiz.

Tayin dönemlerinde memurların uzak durmak için çaba sarf ettikleri bir şehir Gaziantep.

Öyle ki, merkez ilçede bulunan pek çok caminin kadrosunun lojman yokluğu sebebiyle boş kaldığını biliyoruz. Öğretmenlerin mecburi hizmetleri bittiği an çoğunlukla hızla kaçtıkları bir şehiriz. Polislerde de durum hemen hemen aynı.

Evet ülke ekonomisine de katkı yapan güçlü bir ticari hayat var burada ama asıl halk yani eskiden ortadirek denilen memur ve işçi kesiminin hayat şartlarını zorlayan bir noktaya gelinmiş olması, artık işlerin yolunda gitmediğine işaret ediyor.

Dünyayı kurtaramayız, bunu çoğumuz biliyor ve anlıyor artık. Ülke için elimizden gelen pek bir şey yok, zira karar alıcı mevkiinde değiliz. Ancak kendi şehrimiz, komşularımız ve akrabalarımız için normal bir yaklaşım gösterebiliriz. Yaptığımız işlerin hakkını vermek ve hakkımız kadarını almak gibi bir davranış sergileyebiliriz.

Ne olacak bu şehrin hali sorusunun ilk ve en değerli cevabı; ben ne yapabilirim diye düşünmekten geçiyor. Her vicdan sahibi kendisi için güzel bir yol çizebilir, güzel bir adım atabilir. Sayılarının artması ile de bu şehir güzelleşir, normalleşir ve yoluna daha sağlam devam eder.