İnsanın daraldığı da oluyor elbet.

Bazen zamandan, bazen de zeminde, yani ortamdan etkileniyor insan.

Bu aralar benim ki de öyle bir şey olsa sanırım.

Ali Şeriati’nin, “Ben kendime dar gelen bir elbiseyim, kendine dar gelen bir gömleğim, kendi ayağını vuran, yaralayan bir ayakkabıyım.” dediği gibiyim.

Öyle bir hal ki, kendimi taşımaktan zorlanıyorum.

Kendime bile çok geliyorum.

Çekemiyorum kendimi.

Dünyanın yalanları, uçakları ve bombaları arasında çırpınıp duruyorum.

Yüzümü hangi yöne çevirsem orada bir çığlık yükseliyor.

Hangi yöne dönsem orada bir dram görünüyor.

Hangi yöne koçsam orada acı yüzüme çarpıyor.

Başımı alıp gitmek istiyorum.

Diyordu ya Mevlâna İdris, “Alıp başımızı sana gelmek istiyoruz, sana gelmek, orada kalmak istiyoruz.”

Evetevet cidden kaçmak istiyorum.

Bir daha dönmemek üzere…

Orada kalmak üzere…

Kaçmak için zaman kolluyorum.

Öyle ki, tam olarak sevgili Hakan Albayrak ağabeyin tabiriyle, “Biri çekip gitmenin türküsünü söylese, ona herkesten önce ben eşlik edeceğim.” modundayım.

Ancak kaçmak için gözetlediğim tüm yollar kapatılmış durumda.

Sanırım geriye tek bir kaçış yolu kalıyor.

İçimdeki yol!

İnsanın kendinden kaçarken kendine sığınması da sanırım buymuş.

Ne kadar kaçarsan kaç, yine kendine kalıyorsun, kendinle kalıyorsun.

Demek ki insan her şeyden ve herkesten kaçsa da kendinden kaçamıyor.

Sanırım en çok kendine tutsak insan.