Artık üç ayı da aşan bir süredir hepimizin ezberlediği bir kalıp haline gelen “dünyanın gözleri önünde işlenen bir soykırım” ve “Müslümanların gözleri önünde işlenen bir vahşi saldırı” ibareleri de anlamını yitirdi. Gerçi bunlar yakın tarihimizde defalarca anlamlarını yitirmişlerdi ama her seferinde belki bu defa başka olur umuduyla kendimizi kandırmayı ya da avutmayı seçtik.

Şimdi herkes evet herkes bir kez daha gördü ve bir kez daha kabul etti ki; mevcut dünya düzeninde, Müslümanlara yapılan bir yıkım veya soykırımı durdurmak gibi bir derdi, planı, amacı ya da müstakbel fikri olan herhangi bir kurum ya da kuruluş yoktur.

Yine herkes bir kez daha gördü ve bir kez daha kabul etti ki; Müslüman dünyanın içlerinden birilerine yapılan saldırıları -dozu ve şekli ne olursa olsun- engelleme, durdurma yahut karşılık vermek için destek olma imkân, kabiliyet ya da gücü yoktur.

Tam da bu süreçte yine bilmem kaçıncı kez İran’ın ipliğinin pazara çıktığına şahit olduk. Devrimin ilk yıllarından itibaren ABD ve İsrail’i hedefine koyan İran’ın onlara karşı canlarını acıtacak herhangi bir eyleme cüret ya da cesaret edecek hali olsa da yapacak niyet ve iradeden mahrum olduğunu gördük. En son artık Lübnan topraklarındaki paravan milis gücü Hizbullah’ın da İsrail’i incitmeyeceğine dair söz vermeye kadar vardırdılar işi. Yani bir şehir efsanesi daha sona erdi.

İran asla ABD ile savaşmayacak, İsrail’e saldırmayacak ve “kafirlerin ya da büyük şeytanın” canını acıtmayacak!

Peki bir başka İslam coğrafyasından benzer bir adım beklenebilir mi? Örneğin Mısır yahut Suudi Arabistan hatta Pakistan’dan?

Pakistan yakın zamanda bir siyasi darbe yaşaması ve gerek coğrafi gerekse siyasi olarak herhangi bir adım atması beklenmeyen etkisiz bir aktör ya da figüran rolünde maalesef.

Normalleşme süreçlerini baltalayan Filistinlilere öfkelerini tahmin ettiğimiz Suudi rejimi ise, siyasi duruşunu iki devletli ve 1967 sınırlarını esas alan küflü ve kokuşmuş hatta kurtlanmış leş gibi plandan bir adım öteye taşımayacağını teyit etmekle kendilerinden başka bir adım beklenmemesi gerektiğini deklare ettiler.

Mısır’ın son firavunu Sisi ise, en son Gazze sınırını tahkim etmek için tel örgüleri güçlendirmekle kalmayıp sınıra olası bir Gazzeli akınını engellemek amacıyla birlikler sevk etmeye başlamıştı. Arap devletlerinden herhangi birinin İsrail’e karşı aksiyon alma ihtimali olmadığını da anlamış bulunuyoruz.

Peki ya Türkiye?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Müslümanların dünyasında oluşan efsanevi liderlik umudu gerçek olabilir mi? Güçlü ordusu ve Filistin konusunda sabit kadem duruşu ile Türkiye Cumhuriyeti devleti İsrail’e karşı savaş ilanı anlamına gelecek bir adım atarak Gazze’ye fiili müdahalede bulunabilir mi?

Bu sorunun farklı açılarından bazı argümanları bir araya toplayarak ulaşacağımız bir cevabı var. Şimdi onların üzerinden hızla geçelim.

Türkiye uluslararası güçlere yani ABD ve İngiltere başta olmak üzere onlara fiilen destek veren Fransa, İtalya ve Hollanda gibi ülkelerin oluşturduğu korkunç ittifaka rağmen Akdeniz’de bir fiili savaşa girer mi? Sorumuz biraz bu aslında.

Girmek ister mi diye düşünmeye ya da sormaya gerek yok kanaatimce. Zira gerek Başkan Erdoğan gerekse büyük müttefiki Bahçeli başta olmak üzere siyasi olarak Cumhur İttifakı bu konuda herhalde en net fikirlere sahip olan partilerdir. Yani bu zulmün durdurulması konusunda hemfikir olduklarını düşünmememiz için bir sebep yok.

Peki böyle bir savaş ilanı ya da adımı Türkiye kamuoyunda yeterince desteklenir mi?

Halen mevcut politik dağılıma ve halkın gösterdiği tepkilere bakarak bunu söylemek mümkün görünmüyor. Ülkedeki ekonomik ve siyasi istikrarı korumak ve bununla mevcut rahatın devamını sağlamak amacıyla iktidara destek olan geniş kesimlerin bu dengeleri bozacak bir savaştan memnun olmayacakları ve taraf değiştirecekleri kolay tahmin edilebilir bir sonuç olarak karşımızda duruyor. Zira ekonomik göstergeler nedeniyle son seçimde iktidarın oldukça zorlandığını ve hatta EYT düzenlemesinin bir seçim rüşveti olduğunu hemen herkes biliyor. Böyle bir ortamda savaşın nelere değiştireceğini bilenler sonucunu da kestirebilirler.

En basitinden; büyük şehirlere birkaç bomba düştüğünde, borsa çöküp altın ve döviz fiyatları fırladığında, zaruri ihtiyaç malzemelerinin bulunması zorlaşıp insanlar ekmek kuyruklarında kavga etmeye başladığında, acaba iktidara ve tarihin en büyük zalimi de olsa İsrail’e karşı savaş ilanına kim ne kadar destek olmaya devam edecektir?

Sokak eylemlerinde toplanan kalabalıklar ve sosyal medyada ortaya konan manzara halkımızın rahatına düşkün ve alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçmeyecek bir noktada olduğunu, bırakın devleti idare edenleri bizim gibi sıradan insanların bile fark edeceği netlikte ortaya koyuyor.

Gazze ile Kıbrıs benzetmesi de gerçekten çok anlamsız. Türkiye insanının milliyetçi duygularını harekete geçiren meselelerde daha farklı tavırlar sergilediği bilinirken Kıbrıs gibi bir konuyu Gazze ile mukayese etmek mümkün değil.

Hatta ticari anlaşmaların ve faaliyetlerin durdurulmasının bile pek mümkün olmadığını görüyorken nasıl savaş ilanı ya da fiili müdahale gibi afaki bir pratik beklenebilir ki?

Peki askeri olarak durum ne olur diye uzun boylu düşünmeye gerek yok. Her ne kadar devirler değişse ve teknolojik gelişmeler savaşların algoritmasını değiştirse de, hala savaşları yürekler ve bilekler yapıyor. İş o noktaya geldiğinde Gazze örneğinde olduğu gibi topyekûn bir saldırı karşısında halkın desteğini alacak TSK gibi bir ordunun başarısı yüksek ihtimalle umulur. Ancak savaşın sonucu zafer de olsa maliyeti oldukça yüksek olacaktır.

Gerek siyasi olarak gerekse kamuoyunun duruşu gibi nedenlerle Türkiye’yi idare eden aklın herhangi bir savaş kararı vermeyeceğini düşünüyorum. Ancak saldırıya uğramamız durumunda mecburen girilecek bir savaşın arkasında daha büyük bir destek olacağını tahmin edebiliriz.

Netice olarak Türkiye’nin ya da Müslüman dünyanın efsanevi lider Erdoğan’ın İsrail’e ve müttefiklerine savaş ilanı sayılacak bir müdahaleye kalkışmayacağını kabullenmemiz ve eylemlerimizi de çağrılarımızı da ona göre ayarlamamız gerekiyor. Olamayacak şeyler için kendimiz yormak yerine mümkün olan ama küçük sanılan adımları atmamız umalım ki daha hayırlı olacaktır.

Geceleri Müslümanların dertleri uykularını kaçıran ve teheccüd seccadelerini gözyaşlarıyla ıslatarak dua edenlerimizin sayılarını çoğaltmamız gerekiyor! Mallarını gözlerini kırpmadan Mescidi Aksa’nın kandilleri yansın diye feda edeceklerin sayılarını artırmamız gerekiyor.

Yeryüzünde Müslümanlar adına sahip çıktığımız ve iddia ettiğimiz tüm haklarımızın davacısı olarak nesiller yetiştirmemiz ve tapulu araziler bırakır gibi üstümüze tapulu kavgalar ve öfkeler miras bırakmamız gerekiyor!

Kimsenin görmediği kuytu köşelerde ve gecelerin derinliklerinde, Rabbimize aczimizi itiraf ile teslim olmamız ve ciğerlerimizden gelen sızılarla musibetlere dayanacak güçte bir iman ve sabır duaları etmemiz gerekiyor.

“Allah’ım, adının anıldığı şu diyarda akıtılan kanlar için,

Dini mubin yolunda feda olan canlar için,

Kafir kılıcıyla boğazlanan kurbanlar için,

Küfrü ihya için susturulan ezanlar için;

Bana can ver, can alanların canlarını berbat edeyim,

Ömrüme ömür kat, mazlumlara imdat edeyim,

Ey intikam alanların en hayırlısı olan Allah,

Ey inkarcıları ve dinsizleri bile gözeten, dostlarına bol bol ikram eden Allah,

Bana da ikram et, alayım zalimlerden intikamımı,

Sonra beni şehit eyle.

Şahit ol, bu yoldan dönersem kıblem dönsün,

Şahit ol, korkarsam ebediyen ocağım sönsün!..”