Gittikçe solan güneş dağları iyice akşam kızıllığına boyarken sessizlik içinde seyreden zaman ardından oldukça iç açıcı, güzel kokulu geceler bırakarak hızla çekip gidiyordu. Sonra yıldızlara dalıp kendi yıldızının peşinden gitmek isteyen  insan gibi mehtabın donuk ışığıyla karşılaşır.. İsteklerden, umutlardan farkında olmadan yavaş yavaş uzaklaşarak  geriye bakmadan , ruhun rahatlamasından uzaklaşılmış tamamen bedenin tatminine ve rengine bürünmüş sahili, gemiye binip gözden kaybederek dağların uçsuz bucaksız ufuklarına doğru yol alarak kaybetmek istiyor dünyaya ait ne varsa batmaya hazırlanan güneşin son ışıklarında yüzünü son bir kez daha gördükten sonra.

Bunu niye yapıyordu aklına her geldiğinde, kalbinde her duyduğunda, o yüzü hatırlamak için kaç zaman yılı geçmiş olsa da? Uçsuz bucaksız deniz sularında kendisini sınırsız maviliğe bırakarak, gözlerinin takip edemeyeceği kadar uzaklaşıyordu geride kalanlardan. Yaşadığı hayatın son zerresine kadar her hatırayı her hayali, her tasavvuru sırrına eremeyeceği menkıbelere sığınarak suyun akıntısına bırakmak istiyordu.

Sonrasında insandan başkasında anlamı olmayan zaman yolculuğunda, sonsuzluğa doğru kayıp gitmek istiyordu yıldızlar gibi. Gelecek diye saatlerce beklediği rüzgarın yer yer sert esintileri ile aşındırdığı duvar dibine, kalbinde ve beyninde ona dair getirdiği ne kadar güzel söz ve duygu varsa hepsini bırakıp gitmesidir.

O bitmek bilmeyen zamanın sürekli aktif olan aşk ve ıstırabı tek bir arzunun, ölüm arzusunun karşısında bir hiçe bürünüyor. Bir gerçeklik kalıyordu en sona, hiç kimseyi ayırt etmeyen ve mutlaka kapısına uğrayacak ölüm. Şehir gelinlik giymiş bir genç kız gibi sis dumanlarına kendini memnuniyetle teslim ederken hiç itiraz etmiyordu.

Sis gökteki bulutlarla birleşince şehrin üstü sanki ağır bir gümüş işgaline uğramış gibiydi. Sisin yoğunluğu, yağmurun sesi, karanlıkta sevdiğini bekleyen sevgililerin örtüsü gibiydi. Kavga yoktu, sessizlik gecenin sesinden daha sessiz bir hal almıştı. Ağaçlar dallarını büyük bir saygıyla aşağı doğru eğdirmiş, aşk hırsızlarının saçlarına yağmurdan sonra kalan çiğ damlalarını cömertçe döküyordu.

Yine de sessizliğin gizemi bozulmasın diye yorgun vücuduyla ıslak toprakta yavaş yavaş sürünen salyangoz gibi  yürüyordu. Bunların hepsi o anın  emsalsiz ninnileriydi. Kainatın en güzel mevsimi baharın güneş yağmurları ile açıp, zamanın güneşleri ile kuruyan nergislerin, papatyaların narin yapraklarını parçalayan rüzgarların öcü affedilir gibi değildi.

Ayrılığın hakikatinde kendisini gurbetin yalnız insanı ve toprağa düşmüş gölgeler bırakarak dönüşü imkansız vakitleri kendisinden uzaklaştırıyordu. Zamanın takviminde ölüm ve hayat başa baş giderken hayat zamanı yenme gayreti çabasında bedene ha bire zulmediyordu. Kelimelerin anlamlarında tereddüt ettiğinden hangi kelimenin esir,  hangi kelimenin kendisini özgür kılacağından emin olmadan dile getirmenin lüzumsuzluğunu her zaman küçük insan olmanın daha avantajlı olduğuna kendi iç sesi ile kendini  ikna ediyordu.

Anlamıyordu kendini rahatsız eden bu cılız ama derinlikli sesin yavaş yavaş kendisini eski dünyadan yeni dünyaya çağırışını. Sadece bakıyor gözlerindeki parıltıyla, o da yetmezmiş gibi sessiz gülüşü ile garip garip dinliyordu söylenen anlamlı anlamsız konuşmaları. Kendisini kuşatma altında tutan sahip olduğu ne kadar sahiplik varsa zamanın uğurlamasında tek tek elini sürmeden göz ucuyla vedalaşıyordu.