Asr-ı Saadet’ten sonra ortaya çıkan ihtilafların din temelli olması artık şeytan ve avanesinin insanları tefrikaya düşürmek için kullanabileceği bir başka putun kalmamasından kaynaklanmış olabilir. Mutlak bir iman ve sağlam bir ihlasla islami bir hayat yaşayan bireyleri terörize edebilmek için kullanılabilecek en uygun argüman tabii ki ‘dini’ motiflerle süslü olacaktı.

Güç ve iktidarı put edinenler için dünya ve hayat onu ele geçirmek ve elde tutmaktan ibaret oluverir. İktidarı ele geçirme çabaları aslında rahmani çizgiden rahatsız olan bir güruhun dünyevi maksatlarla yürüttüğü sıradan ve bayağı bir hareket iken bunun islam toplumunda destek bulma ihtimalinin düşüklüğü haliyle bu zorbaları dinden kendilerine dayanak bulma noktasına itmiştir.

Kur’an ve sünnetin bütün netliği ve tartışılmaz berraklığı ile ortada durduğu bir çağda kimse ayet veya hadisler üzerinden fitne çıkarma yolunu seçmemiştir. Haliyle fitne ateşinin yanabileceği en ideal ortam olarak şahıslar, aileler ortaya sürülüp ardından asabiyet ve dünya sevgisi de devreye alınarak sonuca ulaşılmıştır.

Ebu Bekr(ra)’den sonra gelen diğer 3 raşid halifenin de suikast sonucu dünyadan ayrılmaları fitne ateşinin derinliğini ve olası sonuçlarını göstermesi açısından dikkat çekici bir örnektir. Bu yangının zirvesi ise Kerbela hadisesiyle ortaya çıkmıştır.

Ortalığın tarumar olduğu, ateşin herkese dokunduğu ve kara dumanların gökleri kapattığı bir dönemde insanlar dinlerini ve tabii ki dinin temel kaynakları ayet ve hadisleri silah olarak kullanmaya başlamışlardı. Bu hem teorik olarak hem de pratik olarak –Kur’an sayfalarının mızrak uçlarına takılması ile- gerçekleşmişti.

Ve işte fitne dediğimiz mefhumun tam anlamıyla örneklendiği o günlerde ‘siyasi tercihlere ve menfaatlere dini kılıflar bulma’ gibi iğrenç bir hadise yaşanmaya başladı. İnsanlar itikadlarını ve amellerini siyasi duruşlarına bağımlı hale getirdiler.

Korkulan oldu ve iman edenler, iman hususunda ayrılığa ve fitneye düştüler.

Sonra gelenler (halef) öncekilerden (selef) alacaklarını iktidarlara göre seçmek zorunda kaldılar. Mesela tabiinin büyük alimi Said bin Cübeyr ilmi, ameli ve fetvaları ile adeta yok sayıldı. Buna tek sebep onun her türlü baskı ve işkenceye rağmen bu dinin temel inanç değerlerini siyasilere keyiflerine tabi kılmaması oldu. Tabiinden ilim alan ve siyasetten kaynaklanan itikadi bozulmalara ve bunun siyasi duruşlara etkilerini çok iyi tahlil eden, gerektiğinde bizzat direnişçilere açıkça destek olan İmam Ebu Hanife’nin sadece fıkhı alındı! Ancak onun mezhebine tabii olanlar bile tabi oldukları İmam, Kelam (akide, itikat) otoritesi olmasına rağmen itikatta başkalarını takip ettiler.

Ümmet siyasi tavırlarına itikat ve amelini ram ederek yoluna devam etmeyi seçti.

Olması en garip olan olmuş ve müslümanlar iman esaslarında ayrılığa düşmüşlerdi ya işte o sırada ortaya çıkan mezheplerden biri de Şia oldu. En basit tarifi ile siyasi ihtilaflarda Ali(ra) tarafında olanlar bir sonraki nesilde kendilerine itikatta ve amelde bambaşka bir yol tuttular. Tıpkı diğer bid’at ehli gibi dine aslında olmayan ve hakkında kıyas yolu ile bile bir delil bulunamayan birtakım şeyler eklediler. Siyasi duruşlarını sadece çağlarına adapte etmekle kalmayıp geriye doğru da işleterek olayı Peygamber(sav)’e dil uzatmaktan sahabenin ileri gelenlerine hakarete varıncaya kadar tuhaf ve bir o kadar da gayr-i islami bir çizgiye getirdiler.

Bu noktada dikkatle altını çizerek görmemiz gereken şey şudur: Çıkış kaynakları bir siyasi ihtilaf olan ve varlıklarını mevcuda muhalefet üzerine bina eden bu anlayışın temeli ‘anti’ olmaktır. Her devirde ümmet ne yana giderse gitsin onlar mutlaka gidilecek bir başka ters bir yol bulurlar. Bundan maksatları dine uygunluk değil sadece muhalefet ve ayrı olmaktır.

Bu muhalif çizgi Ehl-i Sünnet içinde savunmacı bir tavrın gelişmesine sebep oldu . Onların yaptıklarını temelde yanlış kabul ederek doğru tavırlarda da ayrılık yolu seçildi. İtikattan amele bir çok konuda bu kendini gösterdi.

Günümüze gelince, bu anlayışın değişmeden devam ettiğini ve hemen her konuda ayrı bir yol tutulduğunu görmek mümkündür.

Ehl-i Sünnet hemen her konuda ne şiaya ne de bir başkasına aldırmadan sünnete ittiba yolunu seçmek zorundadır. Sünnete ve Ehl-i Beyt’e muhabbet bizim şiarımızdır, sıfatımızdır, adımızdır. Şia sahip çıkıyor diye Hüseyin(ra)’den uzak durmak ne büyük bir gaflet olur. O, atasının yolundaydı zira...

Siyasetle karışan itikad ve yine devrin sultanına ram olan bir fıkıh anlayışı Ehl-i Sünneti kemiren büyük kurtlar oldular. Elbette her devirde müstesna alimlerimiz gereken duruşu göstermekten geri kalmamışlar ve hiçbir otorite ve güçten çekinmeden hakkı ilan ve tebliğ etmişlerdir.

Politik gerekçelerle kendi menfaatlerini en üstte tutan bir devlet kınanmaz ve yadırganmaz elbette ancak bu devlet islami bir devlet olduğunu ilan ve iddia ederse ondan azami derecede buna riayet etmesini beklemek hakkı doğar. Dünya müslümanlarının menfaat ve maslahatlarını gözardı ederek onlarla kardeş olunamayacağını her devlet ve idareci bilir. Kendi iktidarlarının devamı için islamın hakikat ve ideallerini malzeme yapanlar belki insanlardan layık oldukları karşılığı bulamayabilirler ancak unutulmamalıdır ki ilahi adaletin tecelli etme yolları çok farklıdır.