İnsanları, toplumları ve şehirleri, kimlik ve medeniyetlerine götüren tarihi yolculuğun, iyi ve güzel yanlarının yanında, sıkıntı ve belalarla da dolu olduğunu biliyoruz. Her şeyin yolunda gittiği, keyiflerin yerinde olduğu ve güllük gülistanlık devirlerden çok; savaşların, kıtlıkların, salgınların etkisinin bir tür bilinç altı oluşturduğu bir vakıadır.

İnsanlar genelde mutlu mesut günleri daha az hatırlar ve maalesef kalıcı travmalar büyük acılardan sonra yerleşir ruhlarımızda. Bu yüzden bayramlar, kutlamalar, şenlikler ve toplumsal bazı eğlence türleri her devirde ve her toplumda mutlaka kendilerine bir yer bulurlar. İnsanın teselliye, rahatlamaya ihtiyacı bitmez.

Gaziantep’in de çok uzun yüzyıllar devam eden bir huzur ve medeniyet yolculuğu olsa da, parçalanan ve pay edilen devasa bir imparatorluğun, hemen her bir şehrinin başına gelen acı gerçeklerle yüzleşmiş olmamız, farkında olmak zorunda olduğumuz bir mihenk noktasıdır.

Bin yılı aşkın bir süredir medeniyetimizin hüküm sürdüğü bu topraklarda, geçen yüzyılın başında yaşanan işgal, hala taze bir hatıradır ve yaşayan şahitleri kalmasa da, Gaziantep’in adından başlayan ve tarihi binaların duvarlarında devam eden izleri çok canlıdır.

Bir anda, çok uzun bir süredir birlikte yaşadığımız ve her türlü sosyal münasebette bulunduğumuz, kendilerine ait okulları, hastaneleri, kiliseleri ve hatta şaraphaneleri bile bulunacak kadar özgür bir hayat süren Ermenilerin düşmanla kol kola girip üstümüze saldırması, kolay atlatılacak bir travma değildir. Fakat yine de atlatılmıştır ve halkın genelinde devam eden bir kin ya da düşmanlıktan söz etmek neredeyse imkansızdır.

Daha 99 yıl önce bu topraklardan ardına baka baka çıkmak zorunda kalan Fransızların bugün hala, uluslararası pozisyonlarda bize diş bilemeye devam ettiğini gördükçe, “acaba biraz çabuk mu unuttuk” diye düşünmeden edemiyorum.

Ve yine, aradan geçen bunca zamana ve değişen şartlara rağmen, olası bir işgal girişiminde yeniden eski günlerdeki gibi kenetlenerek direnmeye hazır olduğumuzun işaretlerini -tıpkı 15 Temmuz 2016’da gördüğümüz gibi- yeniden görmek büyük bir umut veriyor.

Düşmanın silahlı askerlerini çıkarttığımız memleketimizde, silahsız ama gönüllü Fransız müfrezesi gibi dolaşanları görmek, herhalde en son istediğimiz şeydir. Zira “savaş düşmana benzemekle kaybedilir”, cephede yenilmekle değil.

Bütün kahramanlık ve fedakarlığına rağmen Fransızların şehri işgal etmesine engel olamayan ecdadımız yenilmemişti. Çünkü asla bir Fransız gibi zalim ve işgalci bir kafa yapısına sahip olmadılar, asla kendi değerlerinden ve kültürlerinden vazgeçmediler.

Medeniyet veya gelişmişliği; zorba işgalci bir tarihin temsilcisi Fransa gibi batılıların kurguladığı, aslında kapitalist ve yeni bir tür sömürge düzeni olan batı kafasında görmekten ve onlara boyun eğmekten daha ağır işgal edilmişlik bilmiyorum.

Evet, teknolojik ve mekanik gelişmişlik onların kontrolünde, para ve silah onların elinde, dünyanın siyasi ve askeri anlamda hakimi onlar gibi görünüyor ama bunlar bir medeniyet kurmaya ve yaymaya yetmiyor.

Geliştirilen teknolojinin elimizdeki çok özellikle telefonlardan ibaret olmadığını ve dünyanın farklı noktalarında batılı emperyalist güçlerin, hakimiyet ve kontrollerini sağlamaya yarayan çok amaçlı silah sistemlerinin asıl batı gelişmişliğini temsil ettiğini, onları rahatsız edecek tek şeyin de bu oyuncaklarını ellerinden almak olduğunu yakın geçmişte yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz.

Medeniyet işgal etmez, takdim eder kendini ve kabul görür. Gelişmişlik ise, zenginlik ya da refah içinde yaşamakla olmaz, ancak insanlığa gerçekten insan onuruna yakışır bir sosyal düzen sunmak olabilir.

Zorla kabul ettirilen ya da dayatılan bir şey medeniyet olamaz. Silah ya da para gücüyle, medya ve diğer propaganda metotlarıyla yayılan bir fikir gelişmişlik değildir.

Bu yüzden biz işgal etmez, fethederiz. Medeniyete açarız, gönüllere kapı açarız, insanlığa yol açarız, adalete meydan açarız, merhamete alan açarız; dileyen girer ve katlanarak büyürüz, dileyen uzak kalır ve kaybeder.

Batılıların ve özelde Fransızların bilmediği ve öğrenmek istemediği şey; bizim de kanlarımızın onlarınki gibi kırmızı olduğudur ve bizim de kendi topraklarımızda, en az onların halkları kadar özgür ve müreffeh bir hayat yaşamaya hakkımız olduğudur.

Bu toprakların ve denizlerin zenginliklerini onlara yedirmeyecek olmamızı kabullenemiyorlar. Bu halkın çocuklarının onlara köle olmayacağını bilmek onları huzursuz ediyor. Bütün çabaları, siyasi ve askeri düşmanlıkları, bilimsel ya da teknolojik ambargoları, hep bir üstünlük ve efendilik taslama çabasının çirkin resmini gözler önüne seriyor.

Onlar bir zamanlar bu toprakları işgal ettiler ve biz onları bir şekilde çıkarttık. Şimdi artık yeni nesillerimizin gönüllerinde de yer bulmalarına engel olmak zorundayız. Medeniyetimizi bilmek, bildirmek ve bugün karşımızda duran adaletsiz ve merhametsiz zenginlik ve gelişmişliğin medeniyet olmadığını öğretmek durumundayız.