Tabiîler devrinden itibaren, İslâm devletinin genişlemesi ve çeşitli ırk, din, dil ve kültürlere sahip insanların İslâm cemiyeti içine girmiş olması sebebi ile fikrî hareketlerde bir gelişme olmuş, çeşitli ilimlerle uğraşılmaya başlanmış, bu işlerle uğraşanlara, uğraştıkları işlere uygun isimler verilmiştir. Tefsir ilmi ile meşgul olanlara müfessir, hadisle meşgul olanlara muhaddis, kelâm ve fıkıhla meşgul olanlara mütekellim ve fakîh denildiği gibi, dünyadan yüz çevirip nefislerini Allah'a yönelten, riyazet yoluyla ruhi kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan kimselerin yoluna da “Tasavvuf” adı verildi ve bu isim ikinci yüzyılın başından itibaren yaygınlık kazanmaya başladı. (ismail cerroğlu, tefsir tarihi)

Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde “Tasavvuf kelimesi geçmiyor diye bunu İslâm'a yabancı ve onun dışında bir hareket imiş kabul etmek de doğru değildir. Tasavvuf, ruhî bir yaşantı, ruhî kabiliyetleri geliştiren bir hareket olarak kabul edilirse, böyle bir hareketi İslâm'ın bünyesinde görmek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, risâletle görevlendirilmeden önce, Hirâ Mağarasında yalnız başına tefekküre dalar ve Rabbini anardı. Hz. Peygamber’in ve ashabının -gazveler ve fetihlerden sonra çok ganîmete sahip oldukları halde- son derece sâde ve mütevazı yaşantıları bu konu için bir temel teşkil edecek mahiyettedir.

Şunu unutmamak gerekir ki İslâm, sırf şekilden ibaret, kuru emirler ve nehiyler yığını değildir. İslâm ruhla bedenin birleşip olgunluğunu bulduğu bir dindir. Bu bakımdan Hz. Peygamber; A'râf Sûresinin 32. âyetindeki “De ki: Allah'ın kulları için yarattığı zinet ve temiz azıkları haram kılan kimdir?” emrine uyarak, yemiş, içmiş, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, savaşmış, normal bir insan gibi yaşamıştır. Fakat bu dünyevî yaşantısı içerisinde manevî mücâdeleden de hiçbir zaman geri kalmamıştır. Kısacası vücudunun da, ruhunun da gıdasını vermiş, madde ve rûh dengesini en güzel ayarlayan örnek bir kimse olmuştur. Sahâbileri de imkân ve kudretleri nispetinde onun izinde yürümeye çalışmışlardır.