Zaman, insana verilen en sessiz imtihandır; kimi aceleyle tüketir, kimi anlamla doldurur.

İnsanoğlu, evrenin sonsuz sessizliği içinde kısa süreli bir misafir sadece…

Gökyüzünün büyüklüğü, yıldızların ihtişamı karşısında varlığımız bir nefes kadar kısa, bir toz tanesi kadar hafif kalıyor.

Ama bunu çoğu zaman unutuyoruz.

Sanki hiç yorulmayacak, hiç durmayacakmışız gibi yaşıyoruz.

Filozof İbrahim Kalın bir kitabında şöyle der:

“İnsan, sonsuzluk arzusu ile fanilik gerçeği arasında sıkışmış bir varlıktır.”

Bu yüzden hem iz bırakmak isteriz hem de hayatın hızına yetişmeye çalışırız.

Oysa değer dediğimiz şey, gösterişte değil; davranışın içindeki niyette gizlidir.

Zaman akıp giderken geriye sadece şunlar kalır:

Bir tebessüm, bir iyilik, bir söz, bir dokunuş…

Gerisi çoğu zaman büyük bir gürültüdür.

Hayatın asıl sınavı da burada başlar:

Gündelik koşuşturmanın içinde kendi merkezini koruyabilmek,

öfkeyle değil, kontrol ve olgunlukla hareket edebilmek.

Direnişte Sinvar, Cesarette Selahaddin,

Vakurda Haniye, Yaşayışta Kudüs gibi…

Gösterişsiz, istikrarlı; ne hırsın, ne de korkunun peşinde…

Rüzgârı yaran ama kendini kaybetmeyen, uzun bir yolun tozunu kaldırmadan koşan bir Küheylan gibi olmalı insan…

Parladığı günkü inancını, son adımına kadar taşıyabilmeli.

Hedefe değil, hedefe giden yolda oluşan karaktere odaklanmalı.

Zamanı anlamlı kılan; onun ritmine yetişmek değil,

ona doğru anlamı katmaktır.

Herkes aynı günleri yaşar, ama herkes aynı izleri bırakmaz.

Bu yüzden en değerli sorulardan biri şudur:

“Bugün yaptığım şey, yarın beni hangi insan yapacak?”

Nurettin Topçu bu duruşu şöyle özetler:

“Hareket, ruhun kanatlarıdır; ama o kanatlar ancak ahlakla yükselir.”

Bir iyilik, küçük bir dürüstlük, bir haksızlığa “dur” diyebilmek…

Zaman bunları silemez; çünkü insanın gerçek mirası bunlardır.

Ve bir gün ömrünün sonunda insan sadece şunu söyleyebiliyorsa,

yolunu doğru yürümüş demektir:

Kusursuz değildim ama istikametim; vakur ve cesurdu...