“Levant” ve “Bilâdü’ş-Şam” terimleri, tarihsel ve coğrafi bakımdan büyük ölçüde aynı bölgeyi ifade eder.

Ancak her iki kavramın kapsadığı alanlar kadar, çağrıştırdığı zihinsel dünya, tarihsel hafıza ve siyasî ufuk da birbirinden farklıdır. Fark, yalnızca bir isimlendirme meselesi değildir; esasen bakış açılarının, medeniyet algılarının ve tarih okuma biçimlerinin farkıdır.

Her iki terim de bugün; Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin (İsrail işgali altındaki Filistin toprakları dâhil) ve zaman zaman Türkiye’nin güney sınır hattını (Hatay–Gaziantep) kapsayan coğrafyayı işaret eder. Bu bölge, Akdeniz’in doğu kıyıları ile çöl arasındaki dar ve bereketli kuşak boyunca uzanır. Tarih boyunca Fenikelilerden Romalılara, Bizans’tan Emevîlere; Abbâsîlerden Selçuklulara, Eyyûbîlerden Memlûklere ve Osmanlı’ya dek sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış, siyasî olduğu kadar dinî ve kültürel kırılmaların, varoluşların da merkezinde yer almıştır.

Bu iki kavram arasındaki temel farklılık kökenlerinde ve doğdukları zihniyette belirginleşir. “Levant” kelimesi, Latince levare (doğmak, yükselmek) fiilinden türemiştir ve Batı dünyasında “güneşin doğduğu yer” anlamında kullanılmıştır. Avrupa merkezli bir tahayyülün ürünüdür ve coğrafyaya dışarıdan bakan bir perspektifi yansıtır. “Bilâdü’ş-Şam” ise Arapça kökenli olup “Şam ülkeleri / Şam toprakları” anlamına gelir; bölgeyi içeriden, İslam medeniyetinin tarihsel, siyasî ve manevî referanslarıyla tanımlar.

Resmî tanımlamalar açısından bakıldığında, her iki terim de kabaca aynı coğrafyaya işaret eder gibi görünse de aralarındaki zihinsel mesafe büyüktür. “Levant”, Batılı seyyahların, tüccarların ve daha sonra sömürgeci güçlerin literatüründe şekillenmiş bir kavramdır; “Bilâdü’ş-Şam” ise bölge halkının ve İslam dünyasının kendi tarihini, mekânın, kültürünü, dilini ve kimliğini adlandırma biçimidir. İlkinde dışarıdan bakış, ikincisinde içeriden sahiplenme vardır. İlki jeopolitik bir terim; ikincisi tarihî ve kültürel bir kimlik ifadesidir.

Coğrafî olarak bakıldığında aradaki pratik fark sınırlıdır. Geniş tanımlar yapıldığında Türkiye’nin güneyindeki Hatay–Antep hattı genellikle Bilâdü’ş-Şam’a dâhil edilirken Levant sınırlarının dışında tutulur. Bunun dışında kalan alanlar büyük ölçüde örtüşür.

Tarihsel kullanımlara bakıldığında, “Bilâdü’ş-Şam” ifadesinin Emevîler döneminden (7. yüzyıl) itibaren İslam dünyasında yaygınlaştığı; “Levant”ın ise 15–16. yüzyıllardan itibaren Avrupalı tüccar ve seyyahların diline yerleştiği görülür. İslam medeniyeti bu bölgeyi Şam merkezli bir idarî ve kültürel havza olarak tanımlarken, Batı dünyası Akdeniz merkezli ve ticaret odaklı bir perspektifle anlamlandırmıştır. Müslümanlar için bölge dinî, tarihî ve kültürel bir merkez; Avrupalılar için ise sadece ticaret yollarının kesiştiği stratejik bir kordondu.

İslam fethinden Osmanlı’nın hâkimiyetine kadar Bilâdü’ş-Şam, dört ana askerî-idarî bölge (Cünd) hâlinde teşkilatlandırılmıştı:

  • Cünd Dımaşk (Merkez: Şam)
  • Cünd Filistin (Merkez: Ramle – Kudüs hattı)
  • Cünd el-Urdünn (Merkez: Taberiye)
  • Cünd Hıms (Merkez: Humus)

Bu yapı içerisinde Bilâdü’ş-Şam, salt coğrafi bir alan değil; idarî, dinî ve kültürel bir havzaydı. Şam, bu dünyanın siyasî ve manevi merkeziydi.

Osmanlı döneminde (1516–1918) bölge idarî bakımdan vilayetlere ayrıldı: Şam, Halep ve Sayda vilayetleri ile özel statülü Kudüs Sancağı kuruldu. Ancak halkın ve ulemânın zihninde bütüncül bir yapı olarak hâlâ “Bilâdü’ş-Şam” adı altında yekpare bir coğrafya olarak yaşamaya devam etti. Bürokratik, idari bölünmeler, tarihî ve kültürel bütünlüğü çok fazla etkilemedi.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında sahne yeniden değişti. Aynı coğrafya, bu kez “Levant” adıyla emperyal haritaların nesnesi hâline getirildi. Fransa’nın Suriye ve Lübnan’ı; İngiltere’nin ise Filistin ve Ürdün’ü manda yönetimi altına almasıyla birlikte “Levant”, siyasî ve kolonyal bir terim olarak yeniden kendini güncelledi. Artık bu kelime, yalnız bir coğrafyayı değil; bir paylaşım düzenini de simgeliyordu.

Batılı literatürde Levant’a dâhil edilen; ancak Bilâdü’ş-Şam tanımında yer almayan bazı alanlar da vardır: Kıbrıs, Sina Yarımadası ve zaman zaman Irak’ın batısı bu gruba girer. Buna karşılık Palmyra (Tedmür) hattı, Ürdün’ün iç kesimleri ve Türkiye’nin güney sınırları çoğu Batılı tanımda Levant dışında bırakılırken Bilâdü’ş-Şam’a dâhildir.

Tarih boyunca algı da değişmiştir:

  • Emevî–Abbâsî–Selçuklu döneminde Bilâdü’ş-Şam, İslam dünyasının merkez coğrafyalarından biridir.
  • Haçlı Seferleri döneminde Avrupalılar aynı bölgeyi “Outremer” veya “Levant” olarak adlandırır.
  • Osmanlı çağında Doğu dünyasında “Eyalet-i Şam”, Batı haritalarında ise “Levant” ibaresi yer alır.
  • Savaş sonrası manda düzeninde ise Levant, Batı dillerinde kalıcılaşır; Bilâdü’ş-Şam Arap dünyasında tarihsel ve duygusal bir ad olarak yaşamaya devam eder.

Sonuç olarak “Bilâdü’ş-Şam”, Levant’ın Arap–İslâm geleneğindeki adıdır; “Levant” ise aynı coğrafyanın Batı hafızasındaki karşılığıdır. Ancak bu iki kelime, birebir eş anlamlı değildir. Aralarındaki fark, harita çizgilerinden çok zihin haritalarında belirir. Biri mekâna sahip olanın dili, diğeri mekâna hükmeden gözü temsil eder.

Bugün, Batı etkisindeki akademik üretimde “Levant” daha yaygınken; Arap dünyasında, Osmanlı tarih yazımında ve İslam düşüncesinde “Bilâdü’ş-Şam” adı korunmaktadır. Bu da bize gösterir ki mesele sadece coğrafya değil; hafıza, aidiyet ve kimliktir.