21.yüzyıl insanı, cep telefonlarının akıllı telefonlara dönüşmesi ve sosyal medya uygulamalarının hayatımıza girmesiyle birlikte bambaşka bir kimliğe büründü.

Oysa bir zamanlar insanlar, “dış görünüşüne göre karşılanır, edebine göre ağırlanır, fikirlerine göre uğurlanırdı.”

Bugün ise beğenilme duygusu, psikososyal bir tatmin olmaktan çıkarak psikolojik bir takıntıya dönüştü. Kendini ifade etme özgürlüğü, giderek kendini gösterme dayatmasına evirildi. Beğenilme arzusuna artık sadece bir his değil, adeta var olma mücadelesi anlamı yükleniyor. İmgesel bir butona dokunulma sayısı, bir insanın kendi değerini ölçtüğü yeni bir ölçek haline geldi.

Öyle ki bazı insanlar, beğenilmek uğruna farklı objeleri, başarıları, duyguları hatta özel yaşanmışlıklarını dahi kullanıyor. Tıpkı bir salgın gibi, bir moda ya da akım gibi yayılan bu durum, hayatın her alanını işgal etmiş durumda. İnsanlar artık yaptığı bir iyiliği, aldığı bir ödülü, hatta işlediği bir günahı, kabalığı bile açığa çıkarıyor: “Herkes beni görsün” diye…

Sosyal medya, beğenilme arzusunun şiddetiyle değerini yitiren insanların kıyaslama yarışına sahne oluyor. Herkes görünmek, tanınmak, takdir edilmek istiyor; böylece beğenilme arzusu kendi eliyle müptezelliğe dönüşüyor.

Artık hayatın her alanında insanlar, “sıradan olma”, “görünmeme”, “beğenilmeme” kaygısı taşıyor. Bu öyle bir hal aldı ki, ünlü yazar, akademisyen, gazeteci, siyasetçi de bu kaygıyı taşıyor; esnafı, çiftçisi, memuru, amiri de… Seküleri, dindarı, işsizi, iş adamı, eğitimlisi, eğitimsizi, aydını (!) ve cahili de…

Bugün birçok sosyal medya ağı, her gün milyonlarca “beni beğen” paylaşımına ev sahipliği yapıyor. Kimisi okuldan, camiden, makam odasından; kimisi sokaktan, tarladan, dükkândan, fabrikadan paylaşıyor… Kimisi eşini, çocuğunu, kedisini, köpeğini, anne babasını, arkadaşını; kimisi yediği yemeği, bindiği arabayı, oturduğu evi, bağı bahçeyi pazara çıkarıyor “beğenilsin” diye… Görünmek için, görünür olmak için, birilerinin gözüne sokmak için…

Hatta yaptığı iyiliği, kazandığı ödülü, işlediği günahı bile paylaşıyor, sadece görünmek için. Hep başkalarının gözünde olmak, tıpkı bir filmin oyuncusu gibi hep sahnede olmak istiyor. Gündem olmak istiyor. İzlenmek istiyor. Başkaları için yaşıyor. Hayatını, hiç tanımadığı birinin aferinine indirgerken kendini ucuza satıyor.

Bir zamanlar işte ya da özel hayatta takdir edilmek yeterliyken, bugün bu durum sosyal medyada bir statü gösterisine dönüşmüş durumda. Evlilik, nişan, merasim, vefat, taziye… Hepsinin duyurusu paylaşılıyor; ardından resimler, videolar geliyor. Resmî kabul ve ağırlama törenleri, karşılıklı şiirsel övgüler eşliğinde yayımlanıyor. Lüks mekânlardan sokak aralarına kadar konum bildirme modası yayılıyor.

Gezilen yerler, yenilen yemekler, giyilen kıyafetler, taranan saçlar adeta nispet edercesine paylaşılır hale geldi. Masadaki içki sofrası, eldeki sigara, dudaktaki nargile, güç gösterisine dönüşen aile ya da dernek toplantıları… Görselde tıkanılan yerlerde fikri olarak birbirinin karşıtı ünlülerin sözlerinin çelişki oluşturan durumundan bihaber bir fikirsizlikle, “fikri olarak boş değilim” havası ile birtakım sözlerin paylaşılması da sık görülen bir durum haline geldi.

En yakınını kaybeden biri bile, acısını yaşayamadan mezar başındaki görüntüleri paylaşma telaşına düşüyor. Ama beğenilme duygusu bir türlü tatmin olmuyor. Tam aksine, her beğeni yeni bir malzeme arayışına dönüşüyor.

Çocuğunun sınav sonucu, karnesi, başarı sıralaması, özel hayatın her detayı… Eşine yaptığı doğum günü sürprizleri, havuz başı eğlenceleri, piknikler… Ahlak, edep ve haya dışı paylaşımlar ise cabası.

Oysa iyilik de, kabahat de gizli olmalıydı değil mi? Benim özelim diye bir alanımız yok muydu? Mahremiyet en kıymetli hazinemiz değil miydi? “Göze gelirsin” korkusu ile “gözü kalır” endişesi arasındaki incelik nasıl kayboldu? Göze hakkını kim gasp etti?

Bir düşünün! Bir sofrada sergilediğiniz bolluk, yoksul birinin acısı olabilir. Sağlıklı bir bedeni gösteren spor pozunuz, yatağa mahkûm birinin yüreğinde yangın çıkarabilir. Başarılarınızı paylaşırken, başarısızlığıyla boğuşanları hiç düşündünüz mü?

Tevazu, en büyük makamdır.
Nezaket, en büyük saygınlıktır.
Empati, en büyük merhamettir.
Ahlak, edep ve saygı, en büyük markadır.

Paylaşmak, başkasının yükünü hafifletmek içindir; eksik olanı tamamlamak içindir. Ama biz, paylaşmayı gösterişe kurban ettik.

Ve maalesef bu “beğeni müptezelliği”, en ağır insani krizlerde bile kendini gösteriyor. Pandemide, depremde, yangında, hatta insanlığın en büyük acısı olan Gazze soykırımında bile… Gazze’de her gün onlarca insan vahşice katledilirken, isimleri dahi bilinmezken, kimi sivil toplum örgütleri, cemaatler ve aktivistler adeta ismini Gazze’nin önüne geçiriyor.

Oysa bakın Yahya Sinvar’a… Günlerce cephede aç, susuz, en önde savaştı. Ne bir gösteriş vardı, ne bir reklam. Sadece Allah biliyordu gayretini ve niyetini. Düşmanın dronu olmasa, akıbeti bile bilinmeyecekti. Ama Allah, onu zalimlerin eliyle tüm dünyanın en büyük kahramanı yaptı; kendinden habersiz…

İşte hakiki büyüklük budur: Gösterişsiz ama samimi, gizli ama en önde...