İsrail Terör Devleti, 13 Haziran Cuma günü İran'a saldırarak yeni bir savaş başlattı. Amerikan uçakları, 22 Haziran 2025 tarihinde İran'da Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerini vurdu. Bu haberi bütün dünyaya duyuran ise ABD Başkanı Donald Trump'ın ta kendisiydi. 23.06.2025 tarihinde İran Devlet Medyası şu bilgiyi dünyayla paylaştı: "ABD’ye yanıt başladı. Katar’daki Amerikan al-Udeıd üssü ile Irak’taki Amerikan üsleri vuruluyor." 23.06.2025 günü Donald J. Trump, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı imzasıyla paylaştığı açıklamalarda: "İran, nükleer tesislerini yerle bir etmemize resmî yanıtını verdi, oldukça zayıf bir yanıt oldu, beklediğimiz gibiydi. Memnuniyetle bildiriyorum ki hiçbir Amerikalı zarar görmedi ve neredeyse hiçbir maddi hasar meydana gelmedi. En önemlisi, İran’ın içini boşalttığını söyleyebiliriz; umarız bundan sonra artık NEFRET sona erer. İran’a ayrıca saldırıdan önce bizlere erken bilgi verdiği için teşekkür etmek istiyorum. Bu sayede can kaybı ya da yaralanma yaşanmadı. Belki artık İran, bölgedeki Barış ve Uyum yönünde ilerleyebilir; ben de İsrail’in aynı yönde adım atmasını güçlü şekilde teşvik edeceğim. 24 Haziran 2025 tarihinde ise Tahran, Katar aracılığıyla ve ABD’nin teklifi üzerine İsrail ile ateşkesi kabul ettiğini duyurdu, böylece savaşın 12. günü saldırılar sona erdi.
İleriki zamanlarda tarih şöyle yazacaktır: 2025 yılı, Ortadoğu tarihinde yeni bir dönüm noktasına işaret eden ve "kontrollü savaş" kavramını uluslararası ilişkiler terminolojisine daha da yerleştiren 12 günlük İran-İsrail Savaşı'na sahne olmuştur. Bu savaş, yalnızca iki devlet arasındaki konvansiyonel çatışmanın ötesinde, çok katmanlı diplomatik mesajlar, sembolik şiddet ve iç siyaseti konsolide etme stratejileriyle örülü komplike bir süreç olarak analiz edilmeye muhtaçtır.
2025 yılının 13 Haziran günü İsrail'in İran'a yönelik hava saldırısıyla başlayan çatışmalar, bölgedeki güç dengelerini sarsabilecek potansiyel taşımasına rağmen dikkat çekici ölçüde sınırlı, simgesel ve kontrollü kalmıştır. 22 Haziran'da ABD’nin İran’daki Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerini vurması, çatışmanın yalnızca iki aktör arasında değil, küresel aktörlerin doğrudan müdahil olduğu daha geniş bir denklemde ele alınması gerektiğini göstermiştir. Dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın bu saldırıyı kişisel olarak duyurması, süreci adeta bir siyasi gösteriye dönüştürmüştür. İki kutuplu dünya siyasetinde Amerikan’ın taraf olduğu bir savaşta, birçok alanda stratejik müttefik olmalarına karşın Rusya’nın İran’dan yana en ufak bir pozisyon almaması ayrı bir öneme sahip durumdur. Bu durumun açıklamasını 20 Haziran’da St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Formu (SPIEF)’ nda konuşan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, şu sözlerle ifade etmiştir: “İsrail’de eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinden (SSCB) ve Rusya’dan göç eden yaklaşık 2 milyon kişinin yaşadığına dikkat çekerek, bugün İsrail’in Rusça konuşulan bir ülke haline geldiğini ve bunun Moskova tarafından dikkate alındığını ifade etti.” "Buradan anlıyoruz ki; Amerika, İsrail’in koşulsuz müttefiki, Rusya ise koşulsuz dostudur. Başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın desteğini de arkasına alan İsrail'in, özellikle Gazze'de işlediği ve işleyebileceği tüm savaş suçlarında, Gazzelilere uyguladığı insanlık dışı saldırıların ve sınır tanımayan şiddetin pervasızlığı işte bu cezasızlık zemininden besleniyor. Zira karşısında ne hesap soracak bir irade, ne de onu durduracak bir güç kalmıştır."
İran devlet medyasının 23 Haziran’da açıkladığı “ABD’ye yanıt başladı” açıklamasıyla Katar’daki Al-Udeid ve Irak’taki ABD üslerine füze saldırısı gerçekleştirilmiş, ancak bu saldırı öncesinde İran’ın ABD’ye ve Katar’a bilgi verdiği yine İran makamlarınca duyurulmuştur. Trump’ın bu saldırılara dair yaptığı "teşekkür" açıklamaları, savaşın konvansiyonel anlamda bir düşmanlık durumu değil, daha çok karşılıklı anlaşmalarla yönlendirilen bir “kontrollü çatışma” olduğunu ortaya koymuştur.
Burada tarihsel bir örnek olarak 1962 Küba Füze Krizi’nde ABD ile SSCB arasında nükleer savaşın eşiğinden dönülürken taraflar arasında arka kapı diplomasisinin rol oynadığı süreç hatırlanmalıdır. Ancak bu kez diplomasinin kendisi, çatışmanın bir parçası olarak medya önünde sergilenmiştir.
İran’ın, ABD saldırılarına göstermelik karşılıklar verdiğini açıklaması ve bunu “sembolik zorunluluk” olarak nitelendirmesi, çatışmanın esasen iç politikaya hizmet eden bir “şiddet performansı”na dönüştüğünü göstermektedir. Hamaney rejimi, savaş sonrası yaptığı “intikam alındı” açıklamalarıyla içerideki toplumsal meşruiyetini pekiştirme arayışına girmiştir. Bu bağlamda “kağıttan kaplan” şeklindeki eleştirilere fiili bir yanıt verilmiş, sokak kutlamaları aracılığıyla halk mobilize edilmiştir.
Sosyolojik olarak bakıldığında, İran'ın bu süreçte ulusal bir birlik inşa etmeye çalıştığı görülmektedir. Fakat savaş sonrası yaşanan 700’e yakın tutuklama, toplumun eleştirel unsurlarını bastırmak için “Mossad ajanı” suçlamasının kullanılması, devleti kutsayan söylemlerin nasıl baskı aygıtına dönüştüğünü göstermektedir.
İran, uzun süredir Filistin'in destekçisi olarak kendini konumlandırmasına rağmen, bu 12 günlük savaşta Gazze hakkında neredeyse hiçbir söylem geliştirmemiştir. Bu durum, İran dış politikasının “ümmet” söylemiyle değil, daha çok reelpolitik gerekçelerle yürütüldüğünü göstermektedir. Özellikle İsmail Heniye'nin İsrail tarafından suikastla öldürülmesi sürecinde İran’ın “sadece kendi milli çıkarları için savaş ilan ederiz” açıklaması, İslam dünyasındaki İran’a yönelik mezhepçi ve siyasal hafızayı teyit ederek güncellemiş, İran’ın Filistin'e olan desteklerine rağmen güven duymayı sağlayamamıştır.
Bu noktada İslamcı söylemlerin ne ölçüde devlet aklıyla çatıştığı ya da örtüştüğü meselesi sosyolojik çözümlemeyi hak eder. İran’ın savaş sürecinde ümmet retoriğinden uzak durması, siyasal meşruiyetin sadece ideolojik değil, pragmatik zeminde de yeniden üretildiğini göstermektedir.
24 Haziran 2025 tarihinde ABD aracılığıyla ilan edilen ateşkes süreci, tarafların eş zamanlı olarak operasyonlarını bitirmesiyle resmiyet kazanmıştır. Trump’ın ateşkesle ilgili yaptığı teatral açıklamalar, savaşın kazananı olarak kendisini öne çıkarmayı başarmıştır. Bu noktada Trump’ın söylemleri, hem seçmen kitlesine hem de uluslararası topluma hitap eden popülist bir lider figürü olarak yeniden konumlandığını göstermektedir.
İsrail Başbakanı Netanyahu “tarihi zafer,” Hamaney ise “ağır bedel ödettik” söylemiyle iç kamuoylarına zafer algısı sunmuş, ancak gerçek tablo farklıdır. İran açısından İsrail’in gerçekleştirdiği suikastler, nükleer tesis kayıpları ve sivil-asker zayiatı büyük bir istihbari zafiyet olarak değerlendirilmiştir. İsrail açısından ise Demir Kubbe’nin yetersizliği itibarsal bir hasar yaratmıştır. ABD açısından ise nükleer tehdidi ortadan kaldırmak yönünde hedeflenen somut başarı elde edilememiştir. Çünkü İran’ın nükleer çalışmalarının ortadan kaldırıldığı iddiası ispata muhtaç bir muamma ile üstü kapatılmıştır. Kısacası hiçbir taraf tam zafer kazanamamış, yalnızca kamuoyunda “başarılı görünme” mücadelesi verilmiştir. Herkesin ben kazandım iddiasıyla sonuçlanan bir savaşın gerçekliği şüphelidir.
İsrail'in İran saldırısındaki nokta atışı suikast niteliğindeki saldırı başarısı ve öldürülen isimlerin stratejik önemi İran'ın istihbarat zaafını, İsrail'in ise başarısını gündeme getirmştir. Ancak İran bu başarısızlığını, her zaman olduğu gibi rejimi tahakküm etme aracına dönüştürdü. İran'da ateşkes sonrası başlayan tutuklamalar ve rejim muhaliflerinin “Mossad ajanı” yaftasıyla susturulması, çatışmanın iç konsolidasyon aracı olarak kullanıldığını teyit etmektedir. Savaşın ardındaki en önemli işlev, rejimin kırılgan meşruiyetini yeniden üretme arayışıdır. Bu bakımdan çatışma, Michel Foucault’nun “iktidar, düşman üretmeden var olamaz” savıyla paralellik taşır. Gariptir ki benzer bir durum da İsrail'de Netanyahu için geçerlidir. Bu garip savaş sonrası yolsuzluk suçlaması ile yargılandığı davadan, Trump'un özel isteği ve büyük övgüsüyle aklanılması gerektiği, yolsuzluk davalarının açılmamak üzere kapanması gerektiği istenmiştir. (Ancak, bu talep kabul edilmedi.) Bu savaş hiç şüphesiz devletlerin askeri gücünü sınama imkânı sunmuştur ama daha önemlisi iktidarların mikrofizik yapılarını anlamamıza yardımcı olmuştur.
12 günlük İran-İsrail Savaşı, klasik savaş kuramlarının ötesinde bir “postmodern çatışma” örneği sunmuştur. Taraflar arasında doğrudan kayıplar, sembolik operasyonlar ve ulusal söylem üretimi üzerinden yürütülen bu savaş; günümüz dünyasında askeri çatışmaların aynı zamanda diplomatik tiyatroya, iç politikaya ve medya gösterisine dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Her iki taraf da bu çatışmayı içerideki desteklerini arttırmak, dışarıya ise "kararlılık" mesajı vermek için kullanmıştır.
En nihayetinde bu savaş, ne tamamen sahte bir tiyatroydu ne de tam anlamıyla bir savaş; aksine, çağımızın belirsizliklerle örülü siyasal iletişim araçlarıyla örülmüş bir “kontrollü savaş” deneyimidir. Halkına karşı kim propagandasını daha iyi yürütürse savaşı kazandığına halkını o ikna etmiş olacaktır.